Feodalizmin Devlete İsyanı: Dersim Olayları...(2)
Prof Dr Ramazan Demir
AÇIKLAMA: “Feodalizmin Devlete İsyanı” konusunu işleyen yazımızın ilk bölümünü yayınlamıştık. Yazının devamını aşağıda bulabilirsiniz.
Dersim İsyanı Hakkında Yabancı Temsilcilerin Raporları
Dersim İsyanı hakkında farklı ülkelerin temsilciliklerinden gelen mesajların en göze çarpanların ABD ve İngiltere büyükelçiliklerine ait olduğunu belirtmeliyim. Dersim hakkında hazırlanan raporun içeriği o kadar net olarak aktarılmış ki, sanki Dersim eşkıyalarıyla birlikte oturulup yazılmış. İşte ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinden yazılan raporun içeriği...
**
ABD’nin Ankara Büyükelçisi, Dersim İsyanı Hakkındaki Raporu
“Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.”
**
ABD elçiliği tarafından verilen bilgi raporunda durumu somut örneklerle açıklamaktadır. Son dört aydan beri “açılım-saçılım-kaçınım” komedisiyle ortaya çıkanların en önemli hizmetleri, Dersim olaylarını istismar ederek daha açık konuşulmasına sebep olmalarıdır. Bugünlerde tartışılan Dersim konusunda doğru-yanlış pek çok söz söylenmektedir. Günlük politika yapma bahanesiyle aktör politikacılar da işin tam anlamıyla batağına girmiş durumda...
1938'e kadar Anadolu’da feodal kaynaklı isyanların merkezi Dersim idi. Osmanlı devletine yapılan birçok başkaldırı kendi haline terk edilmiş bir bölgenin feodal güçlerin kemikleşmesine sebep olmuştur. 1938'den sonra ise Dersim “cezalı topraklar” konumuna düşürüldü. Bu tarihten sonra bu bölgeye devlet girdi, feodal etkenlerin güçleri bertaraf edildi. Bu vatan toprağında yaşanan acılarını unutulması için devlet gayret gösterdi, yaraları sarmaya çalıştı, ama yarayı sürekli kaşıyıp kanatmak isteyenler vardı…
1938da olayların çıkmasından sorumlu olanlardan ve o dönemde devlette görevli olanlardan da kimse hayatta değildir. Fakat milletlerin milli hafızası olan arşivler, belgeler ve acı çeken insanların geriye kalan nesilleri bu olayları biliyor ve unutmuyor... Artık aynı acıları hatırlamak, tekrar konuşmak kimse istemiyor. Hatırlatılsa bile kime yarayacak bu olayları deşmek? Tabii ki yeni yetişen neslin devlete “düşman” kesilmesinden başka… Şimdilerde bu fikir işlenmektedir…
**
Şimdi tekrar dönelim bu günlük “batak” politikaya...
Dersim konusunu amaçları için istismar eden terör uzantılarını ve temsilcilerini anlarım, bir dereceye kadar, çünkü amaçları, istismar edecek konu yaratmak ve milletin beynine propaganda sloganları ile yerleşmektir...
Her fırsatta anarşi yaratıp “mağdurluk” rolünü oynamak...
Fakat ülkenin milli menfaatlerini, birlik, beraberlik ve bütünlüğünü korumakla asli görevli olan siyasi irade, bunu neden istismar ediyor, onu anlamak çok zor...
Aslında zor değil, bilen biliyor siyasi iradenin amaçlarını...
Çünkü genelde siyasi kadroların geçmişlerinde tüm bu istismar materyalleri saklıdır... Fırsat düştükçe bu materyalleri kullanmaktan geri durmamışlardır…
Devleti idare edenler, cumhuriyetin bazı temel ilkelerine muhalif olabilirler, bari “eş” başkanlığını yaptıkları BOP mimarlarının büyükelçilerinin yazdıklarına bakıp yerini sağlamlaştırsalar ya...
Neden bunu atlıyorlar?
Sebebi yakında çıkar diyesi geliyor insanın, fakat hedef belli, gündemi değiştirmek, milleti uyutmak ve “mal bulmuş mağrur” gibi karşıtlarına saldırmak...
Baksanıza, Dersim gerçeğini ABD büyük elçisi net olarak açıklamış...
Bir muhalefet parti milletvekilinin iyi niyetle verdiği örneği mecrasından çıkartarak, söylemi amacından saptırarak istismar etmeyi marifet sayan bir zihniyet...
Diplomat milletvekilinin söylediklerine bakınız, aynı şeyleri ABD büyük elçiliği de söylüyor...
Dahası da var; sadece ABD büyük elçiliği mi ki bunları yazan?
Tabii ki hayır...
İşte size bir başka belge; Dersim isyanının arkasında duran ve onları isyana teşvik eden devlet İngiltere Büyükelçiliği, bakınız neler yazmış?
**
Yine, yıl 1937...
Konu: Türkiye raporu:
Raporun sahibi, İngiliz Büyükelçiliği...
“…Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.” (Kaynak: Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.).
**
Peki, Türkiye Başbakanı İsmet İnönü ne diyor?
Ona bakalım:
Tarih: 14 Haziran 1937,
Yer: Türkiye Büyük Millet Meclisi.
Konu: Dersim isyanı (Kaynak: TBMM arşivi, tutanaklar).
...
“Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna “sel seferleri” dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz”.
**
Dikkatimizden kaçmamalıdır; başta ABD ve İngiltere büyükelçiliklerinden çıkan raporlarda yazılanlar, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Dersim’e uygulamayı düşündüğü, fakat buna fırsat verilmeyen ıslahat programlarını açık ve net bir şekilde açıklıyor. Politikacılar, konuyla ilgilenen yazar ve araştırmacılar Dersim konusuna yaklaşırken gerçekleri saptırmadan doğruları söylemeli ve yazmalıdırlar...
Peki, neymiş o gerçek; bazı odaklar tarafından iddia ve istismar edildiği gibi, Dersim isyanının bastırılma işleminin “Kürtleri yok etmek” ya da “Alevileri kesmek” ile hiçbir ilgisi olmayan bir olay olduğudur... Bunu böyle yorumlamak ve anlatmak ne akıl ne de mantık ölçülerine sığar…
**
Canlı Tanıkların Dilinden...
Gazeteci Günerkan Aydoğmuş anlatıyor: “Rahmetli Ninem anlatırdı; Ağın’ın Karasu’ya dönük bir tepesinde, 1937-38 yıllarında, Ağınlılar bir mevzi yaparak ellerinde silahlarla Dersim’den gelecek eşkıyaya karşı nöbet tutarlarmış. O yıllarda Karasu’yu geçip gelen Dersim eşkıyaları köyleri basarak soygun yaparlarmış. Bir gün soygun yapan eşkıyaları Ağınlılar silahlarla kovalayarak Karasu’ya kadar götürmüşler. Eşkıyalar Karasu’yu yüzerek Dersim tarafına geçince oradan Ağınlılara silahla ateş etmeye başlamışlar. Dersimlilerin bu eşkıyalıklarıyla ilgili Ağın’da çok hikâyeler anlatılır. Ben de Tunceli’de okurken 1960’lı yıllarda bizzat Tuncelili yaşlılarla bu konuyu görüştüğümde bana; “Devletin hiç bir suçu yoktur, suç buradaki büyük aşiretlerindir. Onlar küçük aşiretlere devamlı zulüm yapıyordu. Büyük aşiretlerin adamları küçük aşiretlerin davarlarını çalıyor, onlardan haraç alıyorlardı. Devlet buraya karakollar yapmaya başlayınca bu büyük aşiretler rahatsız olmaya başladılar. Yani onlar otoritelerinin kırılacağını anlayınca devlete karşı isyan ettiler.”
Gazeteci Günerkan Beyin ninesinden, aile büyüklerinden naklen dinledikleri ile Tunceli yerli halkından dinledikleri son derece örtüşmeli-uyumlu ve eşkıyanın neler yaptığı ve yapmak istediği ile de tamtamına çakışmaktadır. Buna devlet izin vermek istemeyince feodalizm isyan etmiştir. Feodal yapının içinde etnik milliyetçiliği kaşıyan farklı unsurların da olduğu muhakkak… Feodalite egemenliğini sürdürmek için burada mikro-milliyetçilik esasına dayalı bölücü ve ayırımcı ideolojileri de empoze ettiği muhakkaktır. Zira öyle olmasaydı İngiliz ve misyonerler buralarda farklı amaçlar için çalışmazlardı.
**
Dersim İsyanı ile PKK Benzerliği...
İnsan gücü bakımından: Dersim isyanına katılan aşiretlerin gücü ile PKK nın gücü bakımından bir kıyaslama yapılabilir. Bu bağlamda Dersim isyanına katılan asilerin gücü ne kadardı? Diye bir soru akıl öncelikli olur. Bu sorunun cevabını tam belirten kaynaklar yok gibi. İsyancı aşiretleri İngiliz ajanları ve ilgili kişiler yönlendirdiğine göre bunların gücünü de en iyi bilenlerin İngiliz raporlarında yazılanlar olduğunu kabul etmek gerekir. İngiliz raporlarına göre asilerin sayısal gücü 1,5–2 bin kişi civarında olduğu yazılmıştır. Kimine göre bu sayı 5-6 bin civarında.
Coğrafi avantaj bakımından: Dersim yöresini bilmeyen kimseye durumu net olarak izah etmek çok güç. Coğrafi olarak son derece sarp dağlar ve vadilerden oluşmuş bir yeryüzü düşününüz. Sayısız mağara ve kaya kovukları arazinin tipik özelliği. 1930lu yıllarda böyle bir arazide ulaşım sağlamak ve eşkıya takip etmek son derece zor. Dersim’in bu coğrafi yapısını bugün PKK örgütünün barındığı “Kandil” yöresine benzetmek mümkündür. Dersimli eşkıyalar da PKK eşkıyası gibi dağların zirvelerinde, mağaralarda, kaya kovuklarında, barınıyorlardı. Kendilerini buralarda “özgür” hissediyorlardı.
Lojistik destek bakımından: Dersim eşkıyaları, PKK’nın sahip olduğu iç ve dış lojistik desteğe tam anlamıyla sahip değillerdi. Zira yöre zaten fukara, vatandaş perişan, buna rağmen bu perişanlık içinde olan insanlar zorla soyuluyor, ürettikleri ellerinden alınıyor ve sömürü devam ediyordu... Çevre il ve ilçelere baskınlarla soygunculuk yaparak geçinen bir feodal sistem kurmuşlardı. Bunun en tipik örneği yukarıda verilen canlı tanık anlatımlarıdır…
Lider kalitesi bakımından: PKK'yı idare edenler eğitimli ve uluslar arası desteğe sahip kadrolar tarafından yönetilmesine karşın Dersim isyanında önder olarak seçilen Seyit Rıza okur-yazar olduğu bile şüphelidir. Ümmi sayılabilecek kadar eğitimsizdir. Sadece din motifli bir otoriteye sahiptir. Yönlendirenler ise daha çok yabancı kökenli ajanlar ve onlara liderlik yapan Baytar Mehmet Nuri Dersimi dır…
Kullanılan manevi argüman: Dersim halkını kandırmak için dini motiflerden sayılan “seyitlik” payesi kullanılmıştır. Liderin seçiminde bu önemli bir taktiktir. Din motifli fakat gizli etnitisite bağlamlı bir ideolojik yaklaşım halka hiç anlatılmamış, sadece lider kadrolar biliyor olabilir. En egemen görüş feodalitenin son bulma korkusudur.
Zorbalık ya da din istismarcılığına dayanan nüfuzunu kullanan ve halkı sömürerek varlığını devam ettiren bir feodalite vardı. Bunu devam ettirmek için farkında olarak veya olmayarak dış destek de almakta sakınca görmüyorlardı. Aslında hakları ve kendilerine ait olmayan yetkilerini devletle paylaşmak istemiyorlardı. Yıllardan beri geldikleri “başıboşluğu” kural ve kanun tanımazlığı istiyorlardı. Özetle Devlete tabi olmak istemiyorlardı, amaçları ve istekleri kendi başına buyruk olmaktı...
PKK ise daha çok “Marksist” ya da “Leninist” düşüncenin rotasında olan, dini değerleri esas saymayan, materyalist bir düşünce etrafında ırkçılığı öne çıkaran bir yapıyı esas alınmış. Zaman içinde bu esaslardan bazı değişiklikler yapılmış. Fakat esas rotayı siyasi “Kürtçülük” e yöneltmeyi son değişim çaresi olarak görmüştür. Bugün egemen olan mikro milliyetçiliğe dayalı siyasi “Kürtçülük” ırkçılığıdır.
PKK’nın diğer bir farkı da klasik feodalitenin alternatifi olarak, yani “modern feodal model” olarak ortaya çıkmıştır. Dersim’de şeyh, seyit, ağa, mir nüfuz sömürgeciliği vardı; eroin, silah, kadın, organ, militan ticareti –sömürüsü- yoktu. Günümüz feodaliteye göre, Dersim’de son derece masumane kişisel feodal istemler vardı.
PKK feodal sisteminde ise ağaların lakapları değişmiştir; yeni model feodalizm çok farklı kulvarlarda kendini gösteriyor; “terör ağaları”, “siyaset ağaları”, “uyuşturucu ağaları”, “kışkırtma ağaları”, “aracılık ağaları”, “ideoloji ağaları”, “iletişim ağaları” vs modeller var...
Bugünkü feodal güçler son derece eğitimli ve dünyanın süper güçlerinin desteğine sahipler… Bu bağlamda da Dersim isyancılarından çok daha güçlü ve ileridedirler. Liderlerinin çoğu kravatlı ve papyonludur!…
Dağdan çok kentte ve lüks yaşam erbabıdırlar…
Fakat cepheye sürülenlerin büyük kısmı “genç” ve “çocuk” denilen “maşa güçler” dir; bunlar son derece zavallı ve çaresiz, bir kısmı bu çaresizlikten verilen 10TL harçlıklı kandırılmış saf ve temiz insanlar… Bir kısmı da inanmış ve “ölümüne isyan” diyen beyin-yürek-vicdan hattı kırılmış “şartlandırılmış” kadrolardır. En tehlikeliler de bunlardır…
Bu yeni “ağalık modellerin” bir kısmı özel korumalı “dağda”, bir kısmı siyasette, bir kısmı TV ekranlarında, bir kısmı kentin en lüks semtlerinde, bir kısmı gazete köşelerinde, bir kısmı uyuşturucu pazarında “patron” konumunda yerleşmiş durumda olmalılar ki bu feodal yapıyı devam ettirebilsinler. Tabii ki bu örneklemeler, yaşanan olaylara dayandırılarak öne çıkan varsayımlardır. Feodal yapının devamı için yeni model arayışlarıdır. Her nedense “Kürt” kökenli sade vatandaşlarımız, muhterem kardeşlerimiz bir türlü bunun farkına varmak istemiyorlar. Kendileri üzerinde sömürüye devam eden, ağızlarında “barış ve demokrasi” tekerlemesini düşürmeyenler aslında “faşist ağalar”, “faşist feodalizmin” temsilcileridir…
(İrdeleme-yorum: Ey “Kürt” kökenli olduğunu söyleyen ve kendini öyle hisseden kardeşim, arkadaşım, dostum, öğrencim, komşum, yoldaşım, meslektaşım, kısaca sadece vatandaşım; hiç düşündünüz mü ki bu yeni feodal güçlerin çocukları nerelerde okuyor, hangi ülkelerde sefa sürüyorlar, hangi yeni siyasi ağanın köşkleri, hanları, hamamları, arazileri, çiftlikleri, konakları, yazlıkları var?
Sizleri, yine piyon olarak kullandıklarının farkına ne zaman varacaksınız?
Seyit Rıza ve gariban takımı nasıl ki yerli aracılarla emperyalistlerin oyununa geldiyse, sakın ola ki siz aziz vatandaşlarım, evet siz de böyle bir oyuna gelmeyesiniz?! Yazık olur hepimize, yazık olur bu güzelim ülkeye…
Ağızlarında nakarat olarak söyledikleri “barış ve demokrasi” laflarını tamamen gerçek yüzlerini saklamak ve siz sade vatandaşları biraz daha sömürmek için, siyasi ikbal kazanmak için kullandıklarını lütfen anlayın artık…
Bunların hangisinin çocukları, yakınları ellerinde taş ve Molotoflarla devletin polisine, askerine saldırıyor?
Hiç düşündünüz mü ki o sokaklara salınan gençlerin, çocukların cebine beş-on TL konularak “ölüm setine” nasıl ve ne için sürüldüğünü?
Bu sahipsiz-ekonomik sıkıntıda olan gençlerin nasıl “piyon” olarak kullanıldığını, devlete karşı “kin ve nefretle” dolu yetiştirilerek amaçları için “sermayesiz nefer” olarak kullanıldığını düşündünüz mü?
Evet, hiç düşüneniz oldu mu bunları?
Tüm bu yeni feodal modellerin emrinde köle gibi çalışan, yine her işte kullanılan, sömürülen, saf-işsiz-güçsüz-kışkırtmaya hazır taze güçler vardır. Bu vatandaşlar tıpkı eskideki gibi kullanılarak sömürülmektedir. Ancak sömürülmenin şekil bakımından farkı var; eskide ağalar, seyitler, mirler vatandaşı köle gibi tarlada, sürü peşinde koşturarak, hizmetkârlık yaptırarak emek sömürüsü yapıyorlardı.
Şimdikiler ise tarlada değil, kentlerin sokaklarında anarşi aracı, terör aracı olarak kullanıp siyasi ikballerini garantiliyorlar. Onların kandırılmışlık psikolojisini, enerjilerini, yine emeklerini sömürüyorlar. Gençliklerini, toyluklarını, heyecanlarını, duygularını sömürüyorlar. Ağaların ismi ve pozisyonu değişmiş olabilir, fakat sömürü yine devam ediyor. Artık “Kürt” kökenli vatandaşlarımız bunun farkına varmalı ve kendilerine kötülük yapanları teşhis etmeli, tanımalıdır...
Terör örgütü ile ilgili çözüm önerilerinde kimse PKK’nın nasıl ve neden ortaya çıkmış olduğunu irdelemiyor, bunun kaynağının feodalizm olduğundan kimse bahsetmiyor. Örneğin, çözüm arayan siyasi ve sivil odaklar güneydoğu Anadolu’daki ağalıktan, şeyhlikten, seyitlikten, mirlikten hiç bahsetmiyorlar!
Acaba neden?
Bunların yerine geçmeye aday yeni feodal modellerden; “terör ağaları”, “siyaset ağaları”, “uyuşturucu ağaları”, “kışkırtma ağaları”, “aracı ağalar”, “ideoloji ağaları”, “iletişim ağaları”, “militan ağaları”, “reklam ağaları” vs modeller var...
Açılım denilen ucubeden bunlardan hiç bahsetmiyorlar...
Acaba neden?
**
Verilen tavizler bağlamında ne farklar vardır?
Örneğin PKK ve yandaşlarına tanınan avanslar, tavizler Dersim isyancılarına tanındı mı?
Bu sorunun birçok boyutu vardır.
Günümüz siyasi irade ile 1937 yılı siyasi iradesi arasında bir benzerlik olabilir mi ki? Dersim’de kandırılmış fukara insanlar ile yerli hainlerin önderliğinde devlete isyan vardı, fakat devlet yine de taviz vermiyordu, devleti idare ettiklerini sanan bugünküler teröristlerle, temsilcileriyle pazarlık yapmaktadır.
Taviz üzerine taviz verilmektedir. Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, milli devletin kurucusuna nispet yaparcasına, milli devleti parçalamak isteyenlere, onların iç ve dış örgütlerine tavizler verilmektedir... Terör örgütünün temsilcileriyle doğrudan ya da dolaylı olarak pazarlığa giren siyasi irade bu hareketleriyle PKK ya büyük şanslar, tavizler vermektedir, pusuda bekleyenler ise bu fırsatı kaçırmamakta ısrarlı...
Dersim bahane edilerek cumhuriyete, Atatürk’e, milli değerlere sövülmektedir. Bir kısım entel gafiller de Atatürk üzerinden nemalanmaktadır. TBMM de muhalefetten gelen bir örnekleme, bilinçli olarak ve zamanlaması açısından da müthiş bir ayarlama yapılarak konu amacından saptırıldı.
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk döneminde Dersim’de devlet otoritesine isyan vardı, İngilizlerle işbirliği yapan hainlere karşı yapılan devlet uygulamalarıydı. Bugün de devleti yıkmaya, milleti ayrıştırmaya yönelik açık faaliyetler vardır. Dersim dönemi ile bugünküler arasında işte bu fark var…
**
Tüm bunları dikkate alarak şu sorulara yanıt arayalım; Atatürk Şeyh Sait ve taraftarlarıyla pazarlık yaptı mı?
Hayır...
Dersim isyanını yapanlar ile “evet, Dersim muhtariyetini, feodalitesini kabul ediyorum” diye bir ifadesi olmuş mudur?
Hayır...
Dersim isyancılarının sözcüleriyle, temsilcileriyle pazarlığa oturup birtakım şartları konuştu mu?
Hayır...
Yabancı ülkelerin istihbaratlarından yararlandı mı?
Hayır...
Peki, Dersim konusunu neden bu kadar ustaca istismar ettiler?
Çünkü siyasi iktidara bir çıkış gerekliydi.
Gündemin değişmesi gerekiyordu.
“Kürt açılımı” dedikleri Türk milletini ayrıştırma projesi tam “Arap saçına” dönmüşken, terör yandaşları “açılım bitti” diye ilan verirken, teröristler törenlerle karşılanırken, “Habur felaketi” beyinlerde taze iken muhalefetin “Dersim” açıklaması iktidar için adeta “can simidi” oluverdi. Dersim isyanı ile Alevileri ilişkilendirmek ve Atatürk’e olan kinlerini kusmakla siyasi iradenin ne kadar tarihi gerçeklerden uzak olduğunu göstermiştir.
Devlete isyan eden her renkten yobazlar, feodalizmin her türlüsü; ağalar, din tüccarları, aşiret başları, derebeyleri, eşkıyalar, asker kaçakları, adi ve ağır suçlular, hapishane kaçkınları, vergi ödemeyenler, kışlaları basıp askerleri katledenler, gençlerini askere göndermeyip kendi güvenlik güçlerini yaratmaya çalışanlar, eşkıyalıkla zorbalıkla istediklerini elde edeceklerine inananlar...
Evet, bunların tümü vardı Dersim1937–38 yıllarında...
Bugün PKK terör örgütü ne yapıyorsa, dün Dersim’de isyanları çıkaran çeteler aynısını yapıyordu. Hiçbir farklılık yok, onlarla masaya oturulmadı, fakat PKK örgütü temsilcileriyle pazarlık yapılmaktadır. En büyük fark buradadır. Devlete karşı gelmeyi, silah zoruyla istek sağlamayı bir alternatif yöntem olarak kamuoyuna sunuluyor. Böyle bir durumda ne denebilir ki? Buyurun cenaze namazına mı?! R.D.)
**
Cumhuriyet Dönemi İsyanları ve Dersim İsyanı ile ilgili Yasa Hükümleri...
Dersim İsyanı, 1925 Şeyh Sait ve 1930 Ağrı İsyanı’ndan sonra Cumhuriyet döneminin üçüncü büyük isyandır. Dersim hakkında kanıtlayıcı belgelerin hepsi Genel Kurmay Başkanlığının arşivlerinde saklıdır. Devlet kurumunun Dersim’e müdahalesini detaylı gösteren bir tek yayın vardır; o da, Genel Kurmay Harp Dairesi Başkanlığı tarafından yayınlandığı kabul edilen bir tek kitaptır. Bu kitabın müellifi de Reşat Halli olup, “Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar” adını taşıyor, yayın tarihi ise 1972 dır. Bu isyanlar hakkında en az bilgi sahibi olunan isyan Dersim İsyanıdır. Örneğin Ağrı İsyanı (1926-1930) Dersim isyanına göre daha uzun sürmüş ve devlete sıkı şekilde direnç gösterilmiştir. Bunun sebebi de Ağrı isyanının çok örgütlü olmasıydı. Arkasında “Azadi” ve “Hoybun” örgütleri vardı.
Bazı şeylerin son derece yüzeysel bulunması ya da öyle kabul edilmesi de devletin kararlı olarak üstüne gitmemesini gerektirmiş olabilir ve bu nedenle de isyan uzun sürmüş olabilir. İlginç olarak hem Şeyh Sait hem de Ağrı İsyanlarına Dersimlilerin katılmamış olmasıdır. Ağrı İsyanının bastırılması sırasında Dersim’e de müdahil olmayı istemiştir M. Kemal… Fakat şartlar geciktirmiş…
Bu konuda Seyit Rıza’nın çok yakın dostu ve dış bağlantılarını sağlayan, İngiliz ajanlarla ilişkilerini tayin eden, Seyit Rıza’nın teorisyeni denilebilecek kişi olan Baytar Mehmet Nuri Dersimi birçok olayın yönlendiricisi durumunda olmuştur. Yazdığı “Dersim Tarihi” isimli kitabında şunları söylemektedir: “Kürt kahramanların faaliyetinin 1930 yılı başlarında alevlendiğini ve bütün Kürdistan’ı içine alacak şekilde yayıldığını Dersimli Seyit Rıza’ya haber vererek bu hareketi desteklememizin zorunlu olduğunu bildirmiştim. Bunun üzerine Seyit Rıza ve Keçalan aşiretleri 1930 ilkbaharında ayaklanarak, Erzincan ve Erzurum mıntıkalarında bulunan Türk kuvvetlerine şiddetli saldırıya başladılar. Seyit Rıza’nın başlattığı bu ayaklanma mıntıkası günden güne yayılıyor ve bu, Türklerin korkunç gelişmeler oluşturuyordu.”
Bu isyan hareketinin aslında teorisyeni ve İngiltere ile dış bağlantılarını, desteğini sağlayan kişi olarak Baytar Mehmet Nuri Dersimi açık olarak Dersim’deki isyanın tüm boyutlarını da yakından takip ediyordu. Maddi olarak pek çok özveride bulunan Dersimlilerin isyan süresince bir tabur Türk askerini imha ettiklerini ve bir taburu da esir aldıklarını, açıkça yazıyor. Dersim’e saldıran uçaklardan birinin düşürüldüğünü, Türklerle işbirliği yapan Dersimli aşiretlerin mensuplarını imha edildiğini de yazıyor.
Türk kuvvetlerini bu coğrafyada püskürttüklerini detaylarıyla verdiğine göre Dersim isyanının bizzat içindedir. Baytar Dersimi’nın yazdıklarını yalanlayacak ya da teyit edecek ayrı bir kaynak olmadığına göre bunların “doğru” kabul edilmesi gerektiği kanısındayım. Belki moral destek için abartılı ifadeler kullanılmış olabilir, fakat bunu test edebilmek mümkün değildir. Ancak bir gerçek vardır ki Cumhuriyet döneminde İsmet Paşa, Fevzi Çakmak, Şükrü Kaya, Celal Bayar tarafından hazırlanan pek çok “şark meselesi” hakkında raporların yarısından fazlasını Dersim konusu oluşturur.
Devletin “şark ıslahat planı” kapsamında bir takım tedbirler aldığı biliniyordu. Bunlar Şeyh Sait isyanıyla uygulanmaya başlandı zaten. Örneğin ruhsatsız silahların toplanması gibi...
Dersim olaylarının başlamasına sebep gösterilen iki kanun çıkarıldı, devlet tarafından… 1934 ta çıkarılan İskân Kanunu ile 1935 de çıkarılan “Tunçeli Kanunu” bölgenin geleceği hakkında belirleyici hükümler taşıyordu. “Türkiye’de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla oturuş ve yayılışının, bu kanuna uygun olarak icra vekillerince yapılacak bir programa göre düzeltilmesi dâhiliye vekâletine verilmiştir.” İskân yasakları ile ilgili olarak da kanunda şu hükümler vardı: “Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen ve iskân ve ikame yasak edilen yerlerdir”
İskân Kanunun ilginç olan diğer bir yanı ise, anadili Türkçe olmayanlar kendi soylarından olmayan yerlerde iskân edilecekler, yine anadilleri Türkçe olmayanlar bir arada iskân edilmeyecek, hatta aynı aileden 4 kişiden fazlası birlikte bulunamayacaktı. Yani bu hükümle çekirdek aile parçalanmış olacaktı. Anadilleri Türkçe olamayanlar Türk köylerine serpiştirilecek ve bu köylerde nüfusun %10 kadarını geçemeyecekti.
25 Aralık 1935te çıkarılan “Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” hükümlerine göre emniyet ve asayiş bakımından gerekli görülmesi halinde vali halkı il dahilinde yer değiştirmeye, il dışına çıkarmaya ve iskana, il dahilinde iskan olmasını yasaklamaya yetkilidir. Ayrıca vali cezaları onamaya veya tehir etmeye de yetkili kılınmıştı. Dersim bölgesinden sorumlu General Abdullah Alpdoğan’ın ne kadar olağan üstü yetkilerle donatıldığını bu yasa hükümlerinden anlamak mümkündür. Bu kadar geniş hükümler ve yetkiler içeren yasalara sahip bir vali eğer yasa hükümlerini “yanlış” yönde kullanırsa “felaket” olabilir…
Bir bakıma bu kanun isyan etme potansiyeli olan kişileri asimile etmek suretiyle uluslaştırma ve kuşatma projesi olduğu belliydi. Bunun ne kadar başarılı olduğunu bugün görmek mümkündür!?
Dersim isyanının başlama noktası olarak her ne kadar Dersim’in stratejik noktalarına askeri karakolların inşaata başlamasıyla patlak veriliğini kabul edilse de zaten toplum buna hazırdı. İnşaat işini yapacak olan halkın yerlisi idi. Devletten alınan ihaleler belli kesimlere menfaat sağlarken, bir kısmını da kıskandırıyordu. Kürt aşiretlerinden zayıf olanlar zaten eziliyordu, bir kısmı devlete bağlılıklarını ilan etmişti, bir kısmı da “tarafsız” kalmayı yeğliyordu ki bunların çoğu devletten iş alan gruplardı. İsyana meyilli ve güçlü aşiretler ise bir tesanüt oluşturdular, çünkü esas güç onlardaydı, sona erecek olan da onların hegemonyasıydı. Bu konuda Nuri Dersimi’ye göre bu aşiretlerin başında gelen en güçlüleri şöyleydi, Seyit Rıza başta olmak üzere “Absane Jorin, Ferhadan, Karabalyan, Bextiyar, Yusufan, Demenan, Heyderan ve kısmen Kalan aşiretleri güçlü ve sıkı iş birliği yapmış.”
**
Dersimlilerin Zorunlu İskânı...
Dersim isyanı ve arkasından gelen harekâtın sonunda devletin bölgeye hâkim olmasını sağlamak için devlet yeni önlemler aldı. Bu önlemlerden biri de 1938'de çıkarılan “Zorunlu İskân Yasası” idi. Bu yasaya göre, yöre halkından binlercesi Türkiye’nin farklı bölgelerine gönderilerek zorunlu iskâna tabi tutuldular. Türkiye'nin birçok yerinde aslen 1938 Dersim isyanıyla göç ettirilmiş iskâna tabi tutulmuş insan vardır. Özellikle zorunlu göçün uygulandığı aşiretler, 1938 de isyana katılan aşiretlerin mensuplarıydı. Devlet bu hususa dikkat etmiştir.
Nitekim yıllar sonra da olsa 1938 göçmenlerinin 2. ve 3. kuşak insanları, devlete olan “kindarlıklarını” unutmadılar, kin kaynaklarını beslediler, işlediler ve kemikleşen bir “kin” bloğu oluşturdular. Devlete karşı yeni hareketlerde bulunmak üzere örgütler kurdular. Bu örgütlerin yapısında ne şeyhlik, ne ağalık, ne de seyitlik vardı; daha çok Marksizm-sol düşünce vardı. İşten bu kuşağın temsilcilerinden birini çok yakından tanıdım; İbrahim Kaypakkaya... Nam-ı diğeriyle “İbo” olarak bilinen Kaypakkaya da 1938 isyanında Çorum’a sürülmüş Dersimli bir ailenin çocuğuydu. Ve devletin parasız yatılı imkânlarıyla okuyordu. Öğretmen okulundan Yüksek Öğretmen Okuluna, oradan da Üniversiteye uzanan bir eğitim yolunda yürümüştü. İşin garip tarafına bakınız ki aynı kişi, imkânlarıyla okuduğu devletin sistemini yıkmak için örgütler kurmuş ve bu yolda hayatını vermişti.
Fakat Dersim isyanında olan-biten olaylar beynine çok iyi işlenmiş ve ruhu devlete “düşman” bir maya ile mayalanmış olmalı ki, yine devletin verdiği imkânları kullanarak devlete karşı gelen bir örgütlenme içine girmişti. Liderliğini yaptığı örgütle gerçekleştirmeyi hayal ettiği sosyalist devrim için mücadele alanını da Dersim bölgesini seçmişti.
Kurduğu örgüt “TİKKO” (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Partisi-Marksist Leninist çizgide) Dersim bölgesinde çok fazla taraftar-taban bulmuş olmalı ki oralarda barınabildi. Bölgede PKK'nın etkin varlığına rağmen TİKKO, Dersim bölgesinde daha etkili oldu. Üyelerinin çoğu o bölgede yaşayan ya da oradan göç ettirilen vatandaş çocuklarından ya da son kuşaklardan oluşmuştu. Diğer bir deyişle bu örgütün temel elemanlarını 1938 isyanıyla zorunlu göçe tabi tutulan ailelerin yeni kuşaklarda gençler oluşturmaktaydı. Bunu devletin istihbaratı da, emniyeti de, askeri de biliyor olmalıydı.
Bunun bu hale gelmesinin temel sebebi, yetişen yeni nesillere gizliden gizliye verilen telkinlerdir; “Dersim intikamını almak” idealidir. TİKKO’ nün Dersim bölgesinde etkin olmasının temel sebebi işte bu intikam alma duygusu olmalıdır.
Kimden alacaktı intikamı?
Devletten!?
**
Zorunlu göçle kimler nerelere yerleştirildi? Sorusuna verilecek detaylı cevaplar devletin milli hafızası olan resmi arşivlerde saklıdır. Bu yazının irdeleme sınırlarını da aşar, ancak özet düzeyde konuya dokunarak geçmek yeterlidir.
Dersim 1938 İsyanı sonunda çıkarılan mecburi iskân yasası gereğince Dersim'den Batı Anadolu’ya gönderilen ailelerin isyancı aşiretlere mensup olduğunu yukarıda belirtmiştim. Bunların sayısı çok değişkendir. Bilinenlere göre zorunlu iskâna tabi tutulanların sayısını net rakamlarla vermek mümkün değildir. 1938 yılında Dersim bölgesinde yaşayan nüfus çok fazla değildi. İsyan döneminde var olan toplam nüfusa oranla göçe zorlanan Dersim nüfusu göz önüne alındığında, bu rakamın ciddi sınırlarda olduğu tahmin edilebilir. Diğer bir husus da isyan sırasında yetim kalan çocukların bir kısmı devlet kontrolünde “Çocuk Esirgeme Kurumu” kapsamına alınmasına karşın, bir kısım çocuklar da ailelere evlatlık verilmiş olmasıdır. Özellikle yetim çocukların Çocuk Esirgeme Kurumunda devlet himayesine alınması konusunda Kazım Karabekir büyük gayret sarf etmiştir.
Üçüncü Ordu Kumandanı Halis Paşa'ya göre 1930'da Dersim bölgesinin tüm nüfusu yaklaşık 50-60 bin civarında tahmin edilmekteydi. Kaynakların çeşitliliği, sayıları da değişken kılmaktadır. O dönemin İçişler Bakanı Şükrü Kaya'ya göre ise Dersim nüfusu 150 bin olarak bildirilmesine karşın 1935 nüfus sayımında nüfus 93 bin olarak kayıtlara girmiştir. Bu rakamlar farklı resmi evraklarda yine farklılık göstermektedir. Dolayısıyla verilen rakamlar her zaman sarih olmayabilir. Bakanlar Kurulu'nun 6 Ağustos 1938 tarihli kararına göre Dersimli 264 haneden insan göç ettirilmiştir. Devletin resmi kayıtlarına göre Dersim yöresinden seçilen 264 haneden 1.816 (isyancı aşiret mensubu) kişi çeşitli vasıtalarla 10 ayrı ilçeye gönderilmiştir. Sonradan ortaya çıkan belgelere göre ise boşaltılan hane sayısının 2.258 olduğu belirtilmektedir. Aynı belgeye göre ise batı illerine göç ettirilen Dersimlilerin sayısı ise 11.818 olarak verilmiştir. (NTV Tarih, Aralık 2009, sayı-11). Rakamlardaki bu tutarsızlığın sebebi belki şöyle tahmin edilebilir; 264 rakamı sadece isyancıların elebaşlarına ait olabilir.
**
Zorunlu göçe tabi tutulan aşiret mensupları halkı 1938 Ağustosunda “göç kafileleri” halinde Dersim’den Anadolu’nun Batı bölgelerine doğru yola çıkarıldılar. Dönemin İçişleri Bakanı Kaya'nın “Dersim Raporu” başlığıyla düzenlediği resmi evrakta, “Batı illerine toplu sürgünün hayata geçiriliş safhası” olarak öngörülen planın uygulama tarihleri, 31 Ağustos - 6 Eylül 1938 arasıdır. Göç ettirme şekliyle ilgili resmi belgelerde çelişkiler de vardır. Örneğin “..zorunlu göç edecek Dersimliler, kara vagonlar üzerinde gönderilir..” denilmesine karşın bir diğer belgede ise “..sevkiyat kara ve deniz yoluyla olur..” diye kayıt düşülmüştür. Dolayısıyla nakil konusundaki çelişkiler sayılar için de geçerli olabileceği şüphesi göz ardı edilmemelidir.
Zorunlu göç sonsuza kadar devam eden bir iskân değildir. Zorunlu iskân sürelidir ve 9 yılla sınırlandırılmıştır. Bu nedenle ikinci Dünya Savaşının bitiminden sonra 1947 son bulur ve Dersimliler yurtlarına geri dönüş yaparlar. Zorunlu göçe tabi tutulan Dersimli vatandaşların sayısı hakkında farklı rakamların olduğu kesindir. Sosyal tarih bu rakamın yaklaşık 7-12 bin arasında bir rakamda olduğu ve Batı Anadolu ile İç Anadolu kent ve kasabalarına yerleştirildiği söylenmektedir. “Dersim 1938 Zorunlu İskân Kararı” Bakanlar Kurulu'nun denetiminde gerçekleşmiştir. Dersim harekâtında, Genelkurmayın verdiği rakama göre ölü ve diri ele geçenlerin sayısı 7.954 kişidir. Ölü sayısı hakkında çok farklı rakamlar var; kimisi 13 bin, kimisi 30-40 bin diyor (M. Nuri Dersimi)
Burada anlaşılan şu ki, devlet bizzat isyana katılanları ayrı, katılmayıp taraftar olan veya yeniden isyan potansiyeline sahip grupları ayrı tutmuş. Devletin resmi kayıtları tam olarak açıklandığı zaman bu konu ile ilgili olarak sosyal tarihi gerçekler aslında birbirini tamamlar niteliktedir, rakamsal değişiklikler olsa bile…
**
Dersim isyanına katılan kişi sayısı, zorunlu göçe gönderilenlerin sayısı, ölenlerin sayısı hakkında çelişkili bilgiler ve iddialar vardır, dedik. Bu konuda kesin rakam belli olmamakla birlikte bazı resmi raporlarda yer alan rakamları burada sırf bir fikir vermesi bağlamında vermekte bir yarar görmüyorum.
Dersim isyanını bastırmak üzere askerî harekât her ne kadar etkili olmuş görünse de özellikle bazı aşiretlerin dokuz yıl süreyle sürgüne gönderilmesi önemli bir gelişmeydi. Aslına bakılırsa, harekât ancak 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir. Seyit Rıza teslim olduktan sonra da dar bölgesel olarak direnmeler devam etmiştir. Zorunlu göç alanlarının belli başlıları şunlardır: Kayseri – Sarız, Erzurum, Yozgat, Konya, Muş, Antalya, Çorum, Manisa gibi çeşitli iller sayılabilir. Göçe paralel olarak yöredeki silahların toplanması bazı yerlerin “yasak bölge” olarak ilan edilmesi devletin bölgeye hâkim olabilmek için uyguladığı tedbirlerdi. Yöreye “sulh ve sükûn” geldikçe devletin varlığı da tam anlamıyla hissedildi.
Şu bir gerçektir ki Dersim İsyanı Türkiye Cumhuriyetine çok pahalıya mal olmuştur. Özellikle bu isyanın Fransızlarla süren “Hatay meselesi” görüşmeleri sırasında vuku bulması, Musul meselesi İngilizlerle “nizalı” olarak sürerken son derece anlamlı ve amaçlıdır. Diğer tarafta ayak sesleri duyulan ikinci dünya savaşına hazırlıklı olmak mecburiyetinde olan Genç Türkiye Cumhuriyeti, ayrıca içten gelen kargaşalar ve isyanların olmasını istemiyordu, olanları da ne pahasına olursa olsun bastırmak kararındaydı. Tarihin hemen her döneminde, Ülkemizin iç ve dış meselelerinde, başta İngiltere olmak üzere, Batılı emperyalistlerin rol oynadıkları asla unutulmamalıdır.
Direniş Devamı Ediyor…
Dersim’deki isyanlarda bir gelenek oluşmuş… Genelde devlete karşı isyanlar ya da aşiretler arası çatışmalar yaz ve bahar aylarında olurdu. Kış gelince bu çatışmalar biterdi. Buna da “kış barışı” denilirdi. 1938 yılına gelindiğinde bölgesel olarak direnişler devam etti. Bunun üzerine ikinci harekât başladı. Çünkü ne direniş tam bitmişti ne de devletin Dersim için öngördüğü “tedip” ve “tenkil” tam gerçekleşmişti. Bunun için 1938 de ikinci harekât Haziranda başladı ve daha da şiddetlenerek devam etti. Bu aşama resmen “temizlik” harekâtıydı. Askeri birlikler dağ taş, vadi demeden aradılar taradılar. İsyancıları ve destekçileri topladılar. Özellikle Ali Boğazı mevkiinde “Koçan aşireti” direnişe devam etti. Karadan ve havadan bu bölge bombalandı. Çok sayıda ölüm burada oldu. 1938 Ağustosunda yakalananlar sürgün edildi.
**
Göçmen Dersimliler Mutlu…
1938’de yapılan zorunlu göç işlemleri sonucu devlet eliyle Dersim’in verimsiz ve çorak topraklarından, haşin kayalıklarından, mağaralarından alınıp Anadolu’nun verimli toprakları olan İç ve Batı Anadolu bölgelerine yerleştirilmelerinden son derece memnundurlar. İlk kuşak belki göçün zorluklarını yaşadı ve bağlı oldukları topraktan, dağlardan, yaylalardan, kayalıklardan ayrı kaldıkları için üzüldüler, fakat sonraki nesiller son derece mutlu ve refah içinde yaşadılar, yaşıyorlar da...
Göçtükleri yerlerde çok zengin oldular, toprak aldılar, özgür oldular, şeyhin, ağanın, mirin, seyidin baskısından, hegemonyasından kurtuldular. Tahsil yaptılar, hizmet aldılar, seçtiler seçildiler… Örnek olarak Akhisar’da, Elmalı’da, Cihanbeyli’de, Kulu’da Çorum’da, Manisa’da vs yerlerde mutlu ve huzurlu yaşayan Dersimliler ekonomik ve sosyal bağımsızlıklarını yaşadılar. Hepsi halinden memnunlar… Tesadüfen bu yörelerden karşılaştığım göçmen Dersimlilerden dinlediğim şu ifadeleri son derece çarpıcı ve anlamlıdır; “..beyim iyi ki devlet yollamış atalarımızı buralara, ağaların şeyhlerin baskısında olurduk yine şimdi, bizler burada “insan” olduğumuzu anladık… Zengin de olduk, mal mülk sahibi de olduk… Kimsenin ne Aleviliğimize ne de Kürtlüğümüze karıştığı var… Herkes herkesin kardeşi… Bundan daha iyi ne isteyebiliriz ki? Devlete minnet borçluyuz…”
**
(İrdeleme-yorum: Dersim isyanının bastırılmasını bahane ederek geçmişi yargılayan, devleti döven “entel” ve de “dantel” takımına ve çirkin politikacı tipine burada birkaç sözle söyleyeceklerimiz vardır. Şu husus çok net anlaşılmalıdır ki Dersim olayları görünüşte ne bir Alevi ne de bir Kürt isyanıdır. Burada yapılan iş feodalizmin devlete başkaldırısıdır. İşin esası budur; fakat arkasındaki amaç, yani gizli ajanda “Siyasi Kürtçülük” ayırımcılığı, bölücülüğü vardır. Nitekim bunun detaylarını Seyit Rıza’nın İngiltere Dış İşleri Bakanına yazdığı mektupta yazılıdır. Ayrıca Seyit Rıza’nın sağ kolu sayılan ve isyanın teorisyeni ve dış ilişkileri sağlayan kişi baytar Mehmet Nuri Dersimi tarafından “Kürtçülük” üzerine yazılan kitaplarında bunu açıklamıştır.
TBMM de, 10 Kasım 2009 de görüşülen “Kürt açılımı-aslında PKK açılım-” sırasında konuşulanları çarpıtarak Alevileri ve Kürtleri kullanmak isteyenleri tarihi gerçekleri görmeye davet etmek bizim görevimiz ve hakkımızdır. TBMM de yapılan “Kürt-Türk Sataşması” sırasında, birilerinin Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde, devletin “millilik” kimliğinin tartışmaya açtığı unutulmamalıdır. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet yine ölüm gününde “ölüme aday” anlamında bir zihniyetin mahsulü olarak çözülme ve ayrışma günü olarak anılması amacını gerçekleştirmişlerdir. Bu vesile ile Atatürk’e en büyük hakaretin yapıldığı asla unutulmamalıdır. Atatürk ve cumhuriyet karşıtları, açıktan yapamadıkları küfrü çeşitli kamuflajlarla ya da sembollerle yapmaları gözden kaçırılmamalıdır. Bunu görmeyen, anlamayan, duymayan devlet görevlilerine, sivil halka, ticaret erbabına, akademisyenlere, ordu mensuplarına Atatürk’ün “hakkımı helal etmem” deyişini hatırlatmalıyım…
Tarih olarak 10 Kasım'ın seçilmiş olması asla tesadüf değildir. Birilerinin fısıltı halinde, bazılarının da açıktan “Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..” dediklerini duyar gibiyim… Bu ayıplarları gizlemek için iktidar mebuslarında o güne kadar görülmemiş bir Atatürk “yalakalığı” dikkat çekmiştir. Açıktan Atatürk’e hakaret aslında, bu yaptıkları iki yüzlülük!... Bu kadar sahte bir yüzsüzlüğün olduğu yerde berrak kadar açık gerçeklerden, hatta kendimizden bile şüphelenmeye başladık!
Bazıları diyorlar ki: “Atatürkçülük işte tam da budur.” Bu iki yüzlülüğe dayanamayıp kürsüye fırlayan Onur Öymen bakınız ne demiş; “Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asilerle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..”
Bu söylemde geçen isyan ve olayların hepsi dikkate alınmıyor, fakat sadece Dersim konusu allanıp pullanıyor… Uydur uydurabildiğin kadar… Neymiş efendim; “1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddamlık (!) yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş...”
Bakınız şu cehalete ki konu anlaşılmadan, bilinmeden hemen “balçık” sıçratmayı marifet sanıyor birileri… İşin esası şudur; Munzur çayının kızıl akmasının sebebinin, asilerce yıkılıp yakılan köprü olmadığı için, suya kapılmamak için, el ele tutuşarak çayı geçmeye çalışan Cumhuriyet ordusunun bir jandarma taburu yaylım ateşi altında tamamına yakını şehit edildiği için Munzur suyu kızıl aktı…
Mehmetçiklerin kanı Munzur Çayına karıştığı için kızıl renk aldığını dürüstçe söyleyebilecek vicdan sahibi “adam gibi adam” acaba yok mu TBMM’de? Baytar Mehmet Nuri Dersimi kitabında bunları açıktan yazıyor da bugünün çirkin politikacıları, sahtekâr din bezirgânları-simsarları neden bunu yazma erdemliliğini gösteremiyorlar… Bakınız Baytar M. Nuri ne diyor; (..20 Ekim 1938 de Dersim’e saldıran uçaklardan birinin Kürtler tarafından düşürüldüğünü, Türklerle işbirliği yapan Kürtler ve yakınlarına zarar verildiğini, bir Türk taburunun imha, diğer bir taburun da esir alındığını, saldırıları tamamen geri püskürttüklerini iftiharla anlatmaktadır. Kürdistan Tarihinde Dersim adlı eserinden)
Gerçekleri tersine okumak ya da göstermek herhalde “küreselleşme” denilen ucubenin bir gereği olmalı; gerçek kenarda dursun onu nasıl algılarsan odur deyip geçmek… Gerektiğinde beyazı siyah, siyahı beyaz olarak göstermek de “kaypaklığın / kaşmerliğin” şanından olabilir. Öyle ya, yanlışı “doğru” diye öğretirseniz, iki nesil sonar yanlışlar doğru, doğrular yanlış olarak itibar görür! R.D.)
**
İsyancı Türkler ve Sonları...
“Dersim’de Aleviler, Kürtler kesildi” diyenlerin varsayımları ile Ermenilerin varsayımı arasında hiç bir fark yoktur… Şimdi buna göre bazı soruları sormak gerekiyor, bakalım bu “entel-danteller” ve çirkin politikacılar buna ne cevap verecekler!?
Soru-1. Cumhuriyet Ordusu, Dersim dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Ordu oraya sırf bombalamak için mi gitmiş? Asilerin suçu yok muydu?
Soru-2. Devlete karşı gelen Dersimli eşkıyalar değil de Bolulu Türkler olsaydı aynı devlet gücünü kullanılmayacak mıydı?
Soru-3. Herkesin suç işleme ve isyana kalkışma hakkı var mıdır, suçun bir bedeli olmaz mı?
Soru-4. Türklerin liderlik yaptığı Cumhuriyet dönemi isyanlarından;
a-Aznavur İsyanı (Bolu-Düzce),
b-Yozgat, Çapanoğlu İsyanları,
c-Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları,
d-Ali Galip Olayı...
Bu isyanlar aynı şiddette bastırılmadı mı?
Bastırılırken bu insanlar özel bir muamele mi gördüler?
Bunların hepsi yapılmış isyanlardır ve öncüleri de etrafındakiler de Türk ve Müslüman idi. Ama hepsinin başı aynı şekilde ezilmiştir. Devlet gerekeni yapmıştır. Devlete isyan eden her kim olursa olsun haindir.
Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de…
İsyancının Kürt’ü, Türk’ü, Alevi’si, Suni’si diye ayırımını cumhuriyet yapmamıştır. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan “Türklerin” çıkarmış olması cumhuriyet orduları tarafından affedilecek anlamını taşımaz. Türklerin çıkardığı isyanlar da tıpkı Kürt isyanları gibi bastırılmıştır. Şu söylenebilir; isyanın bastırma dozu yine isyanın büyüklüğüne, direncine göre değişebilir.
Cumhuriyet idaresinden hiç kimse “bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler” dememiştir... Neden bir Allah'ın kulu “Bozkır ve Delibaş” isyanından bahsetmez?
Neden bu isyanın bastırılması sırasında asılanlar, çatışmalarda ölenlerin analarının ağlayıp ağlamadığını konuşmuyor?
Onlardan neden “insan hakları” adına söz edilmiyor!?
Yoksa onlar “insan” değiller miydi?
**
Bir Türk olarak bilinen Damat Ferit, günümüz siyasi literatüründe hâlâ “hain” olarak bilinmiyor mu?
Evet biliniyor…
Osmanlı, İstanbul hükümeti, Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?
Dolayısıyla Damat Ferit hükümetine göre Mustafa Kemal bir “isyancıydı…”
Onlara göre işbirlikçilik yapmayan herkes “isyancıydı…”
Mustafa Kemal de onlar ve emperyalistler için “asi” değil miydi?
Başaramasaydı asılmayacak mıydı?
Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?
Şu husus unutulmaması gereken bir gerçektir; isyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır. Mustafa Kemal eğer başarmasaydı şimdi çok farklı bir konumda anılabilirdi.
Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.
Atatürk hakkında idam cezasını veren kimdi?
Kürt (namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!
Konya'da hâlâ anlatılan “Bozkır ve Delibaş” isyanının öyküleri vardır. Bu isyanların bastırılmasında mutlaka kayıtlar tutulmuştur. Halk arasında şu hikâyeler meşhurdur; “her gün 11 kişi asılırdı” sözü yaygın bir ifade olarak kuşaktan kuşağa geçmiştir.
Bir başka örnek ise Ali Galip olayıdır. Bu zat, Kayserili bir Türk ailesine mensuptur ve üstelik Atatürk'le aynı okul sıralardan okumuş, Harbiye’yi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş bir asker...
Her ne sebeple olursa olsun 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a kadar ticaret yapmış. Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin emrine girmiş, İngilizlerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış.
Neden Elazığ valiliğine? Diye soranlara verilecek cevap, Dersim isyanındaki İngiliz rolünde saklıdır.
Ali Galip azılı bir Mustafa Kemal düşmanıdır. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülkenin kritik noktalarına yönetici olarak işbirlikçilerini tayin ettirmişlerdir. Ülke yönetiminde etkin noktalarda İngiliz ajanlığını yapacak ve batı emperyalizmine hizmet verecek “uşaklar” gerekiyordu. Bunlar seçilip tayin edildiler. Ali Galip de işte bunlardan biriydi...
Dolayısıyla Türk'ün de haini var, asi Türkler de var...
Milli uyanışın belirtileri yayıldı; önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, darken Sivas Kongresi İngilizlerin emperyalist emellerine taş koyma demekti. Onları ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı kesindi. Buna tek çare Mustafa Kemal’i devre dışı bırakmaktı…
Atatürk’ün milli mücadele hareketini engellemek için İngilizlerle işbirliği yapan İstanbul hükümeti Mustafa Kemal için idam fermanı çıkardı ve Mustafa Kemali tutuklayıp idam ettirmek için Ali Galip görevlendirildi. İşte idam fermanın metni:
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı...
(İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa yapmaktadır ve idam kararı bu mahkeme tarafından alınmıştır.)
Dosya Tasnifi: Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No: 70
Harbiye Nezareti, Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube: .. Adet: 705
PADİŞAH BUYRUĞU
Mehmet Vahidüddin (ONAY)
“Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,
Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Washington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.”
Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.
24 Mayıs 1336 (1920)
Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili: Damat Ferid
**
Dersim “38” Acı Bir Olay… Acıyı Paylaşmak Gerek…
Dersim olayları hem belgelerde hem de nesillerde çok acı hatıralarla dolu. Bunların tasnifini yapmak, sıralamak, birilerini haklı ya da haksız çıkarmak için belge kullanmak kimseye yarar sağlamaz. Yaşanan yanlışın ve sonuçta acının sürekli “canlı” tutulması kimseyi “mutlu” etmediği gibi, yeni acıların yaşanmasına zemin hazırlayabilir endişesini de taşımaktadır.
Dersim isyanı ile mecburi iskâna tabi tutulanların taşıdığı ruh hali, şu satırlarda saklıdır; Dersim “38” sürgünleri şöyle ifade ediyor kendilerini: “Bu Şehrin evlerinin duvarları ve insanların yürekleri bu ağır yükü hep taşırlar. Nerden hangi yoldan bu şehre gelinse mutlaktır yolunuz Dersim “38” çıkar, kaçmak kurtuluş değildir bu şehirde, bunu en iyi biz biliriz, kaçmak inkârdı ve “jenosidi” isleyen işgalci Türklere teslimiyetti. Kaçmayı deneyenler de oldu - denendi çokça- olmadı.”
Dersim’deki olayların insani boyutunu irdelediğimiz zaman tahminlerin ötesinde fazla sivil kişinin zarar gördüğü anlaşılıyor. Bu, aslında isyanın doğasında olan bir sonuç olmalıdır. Çünkü isyan eden zaten sivil ve öne çıkanlar silahlı milislerdir. Dersimliler de kendi aralarında bölünmüş vaziyette idi. Devletten yana olan ve cumhuriyet ordusuna yardım eden Kürt aşiretleri ve milisler vardı. Bunlardan bir tanesi de Seyit Rıza’nın ailesindendi. Kardeşinin oğlu cumhuriyet ordusuna rehberlik yapıyordu. Dolayısıyla Baytar Mehmet Nuri’nin belirttiği gibi Türk ordusundan yana tavır koyan Kürt aşiretleri, isyancılar tarafından yakınlarıyla birlikte katledildiler, zarara uğratıldılar. Bu insanların tek suçu, devletten yana olmak ve isyancılara katılmamaktı.
Diğer taraftan isyancı yakınları da devlete karşı geldikleri için devletten zarar gördüler. Sonuçta silahlı isyancıların dışında zarar gören, ölen, öldürülen çok sayıda günahsız sivil de vardır. İster savaş alanında, ister zorunlu göç dolayısıyla olsun zarar gören sivil halktır…
Onların acısını paylaşmak şarttır, şahsen insan olarak, bu ülkenin aydın vatandaşı olarak onların acılarını yüreğimden hissediyorum ve paylaşıyorum. Eğer bir faydası olacaksa, devlet, gerektiğinde, büyüklük gösterip isyan esnasında zarar gören suçsuz vatandaşlarından “özür” de dilemelidir. Bu, devleti alçaltmaz, yüceltir...
Acıyı anlamak ve paylaşmak erdemliktir… Dersim “38” acı, fakat gerçek bir olaydır, maalesef... Her ne sebeple olursa olsun devlete isyan vardır, devlet de otoritesini kullanmış isyanı bastırmıştır. Buna teşvik edenler sadece yerli feodal güçler değildir, onlar başkaları tarafından “piyon” olarak kullanılmışlardır… İşte en büyük acılar ondan sonra başlamıştır.
Meşhur söz burada gerçekleşmiş; “kuru yaş birlikte yanmış…” Sivil halkın acılarını, hayatını kaybeden günahsız ve suçsuzların acılarını, yerinden yurdundan koparılan, zorunlu iskâna tabi tutulan yöre insanının çektiği zorluğu, duyduğu acıyı yürekten paylaşmak insanlık görevimizdir. Keşke hiç olmasaydı…
Keşke Seyit Rıza da Atatürk’ün fedaisi, TBMM üyesi Diyap Ağa gibi davransaydı…
Olan olmuş, geri çevirmek mümkün değildir, önemli olan bu acı olaylardan ders çıkarmaktır, ders almaktır… Geçmişteki acı olayları bahane ederek, kaşıyarak, kanatarak yeni yaraların açılmasına, kanın akmasına önder olmak, sebep olmak kimseye yarar sağlamaz, sadece yeni acılar verir… Yeni acılar yeniden düşmanlık, mutsuzluk, huzursuzluk ve yıkım demektir. Geçmişte acı çekmiş, haksızlığa uğramış Dersimli Alevi kardeşlerimin acılarını yüreğimden hissediyor ve paylaşıyorum.
**
Dersimliler kendini nasıl tanırlar ve tanıtırlar?
Dersim, ne demektir? Dersim’in dil terminolojisindeki anlamı “Gümüş Kapı” demektir. Dersimliler kendilerini hep farklı saymışlardır. Örneğin “Dersim neresi, coğrafyası ve etnik yapısı nedir?” diye sorulduğunda “Kirmancki”, millet olarak da “Kirmanc”, konuştukları dil olarak “Kirmancki”, ülkelerinin de “Kirmanciye” olarak tarif ederler.
İlginç olan diğer bir husus ise, bugüne kadar pek kimsenin bilmediği veya duymadığı bir inanç durumunun farklılığıdır; “Dersim Dini” denilen bir dine sahip olmaları idi. Dinlerinin ayrı olduğu ve “Raye, Raa Heqi, Heq” diye bir dinin mensubu olduklarını söylemeleri son derece ilginçtir.
**
Cumhuriyetçi ve Atatürkçü Dersim…
Dersim’i ve Dersim ”38” olaylarını anlamak için o dönemde yaşanan siyasal, toplumsal, ekonomik ve sosyal olayları iyi kavramak ve tahlil etmek gerekir. Bunun için de geçmişteki tarihi olaylar çok yönüyle anlatılmalıdır; nitekim tarih demek olayların çok yönlü anlatılması demektir; böyle anlatılırsa o zaman tarih olur.
Tarihle yüzleşmek demek, aynı olayları bahane ederek birilerini suçlamak demek değildir, böyle bir amaç da olmamalıdır. Dersim olaylarına, toplumun o tarihteki yaşam şartlarının penceresinden bakılarak değerlendirilmesi ve anlatılması gerekir ki yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel değerler yerini bulabilsin. Değerler anlamını ve yerini bulsun ki gerçekler doğru anlaşılabilsin.
Anlaşılmalıdır ki Dersim coğrafyasında yaşayanlar Osmanlı imparatorluğu boyunca, 600 yıl, hep ihmal edilmişlerdir. Osmanlının “Devlet Toprak Düzeni” olan “Tımar” sistemi hiçbir şekilde Dersim’e gelmemiş ve egemen olmamıştır. “Yurtluk ve Ocaklık” esasına dayalı bir “derebeylik”, “aşiret” sistemiyle kendi başına bırakılmış, kendi kendine yönetim oluşmuş; çok farklı boyutlu ve etkenli feodalizmin tipik bir örneği yaşanmış orada. Osmanlı, bölgeye derebeylerin ve aşiretlerin egemenliğini kabullenen bir “özerklik” payesi vermiş. Mutlak otorite derebeylerin, ağaların, şeyhlerindi.
600 yıldan beri Dersim’e devlet girmemiş-gelmemiş. Her Dersimli kendi canını malını korumak için silahlanmış... Osmanlı döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında ne kadar asker kaçağı, adi ya da ağır suçlu kanun kaçağı varsa Dersim’e sığınmış, eşkıyalık yapmaya başlamış...
Böylesine bir sosyal yapıya sahip bir bölgeye cumhuriyetle birlikte kanun gelmeye başladı. Özerliklerini kaybetme tehlikesini sezen bölge feodalizmin önderleri ağalar, şeyhler, seyitler,aşiret reisleri devlete itiraz ettiler. Feodal yapının devamını istediler…
Şu hususu belirtmekte yarar vardır; Dersim isyanı özellikle Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyetine karşı planlanmış bir olay değildir; “devlet otoritesine karşı feodal isyan” olarak algılanmalıdır. Cumhuriyet idaresi değil de mutlakıyet, monarşi, şeriat hükümleriyle idare edilen bir devlet sistemi oraya girmek isteseydi de isyan yine çıkardı. Feodalizm egemenliğini paylaşmak, kaptırmak istemediği için bu isyan çıkmıştır. Ancak, isyana sebep olarak gösterilen devlet otoritesi bahane edilerek devlet içinde devlet olma hayali peşinde koşan “Kürtçüler” cahil halkı ve feodal yapıyı kullanmışlardır. Bunun belgeleri bu çalışmanın önceki sayfalarında verildi.
Dolayısıyla Dersim halkı hiç bir zaman Mustafa Kemal’e ve onun kurduğu laik demokratik cumhuriyete karşı olmamıştır. Aksine, hep yanında yer almıştır. Bunun en bariz örneği, Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Savaşını başlattığı zaman, Erzurum Kongresinden sonra Sivas Kongresine giderken, padişah Vahdettin ve Damat Ferit Hükümeti Mustafa Kemal için “idam fermanı” hazırlatıp imzaladılar. Bunun metni önceki sayfalarda verildi.
Verilen emir gereğince Mustafa Kemal ve arkadaşları ortadan kaldırılacaktı. Bunun için de Harput Valisi Ali Galip’e görev verdiler. Bunu duyan Dersimli aşiret lideri Diyap Ağa, 3000 milis kuvvetiyle Kemah-Divriği arasında Mustafa Kemal’in yolunu kontrol altına aldı. Ve Mustafa Kemal’e kurulan pusuyu önledi. Bu konu, Atatürk’ün Nutkunda detaylarıyla verilmiştir.
Ve aynı Diyap Ağa 23 Nisan 1920 de TBMM’de milletvekili olarak görev almıştır. Milletvekilliği sırasında tek bir kez kürsüye çıkmış ve bir cümlelik konuşma yapmıştır. Batı emperyalizminin kukla güçleri Yunan palikarayası Polatlı’ya kadar ilerleyip direnç bulmayınca, Ankara tehlikeye düşer. Meclisin Kayseri’ye taşınması düşünülür ve TBMM bu konuyu tartışmaya başlar.
İşte bu oturumda Diyap Ağa söz ister; herkes merak içindedir ne diyecek diye… O ana kadar pek konuşmayan sadece dinleyen ve kılık kıyafetiyle farklı olan Diyap Ağa kürsüye çıkar, meclise hitaben şunları söyler; “..beyler biz buraya kaçmaya değil, dövüşmeye ve ölmeye geldik..” der ve kürsüden iner. İşte Diyap Ağa’nın bu konuşması sayesinde TBMM Ankara’da kalır…
Dersim insanı Atatürkçüdür, laik cumhuriyetin savunucusudur. Çünkü tarih boyunca Dersimli Alevi vatandaşlar Sünni devlet anlayışı nedeniyle hep baskı ve zarar görmüşlerdir. Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyetin temel ilkesi olan “din ve vicdan özgürlüğü” Alevi vatandaşlarımızı Sünni devlet despotizminden kurtardığı için her zaman Atatürkçü olmuşlardır. Dersim harekâtının sorumluluğunu Atatürk bizzat üstüne almasına rağmen Dersim Halkı Atatürk’e küsmemiş, hep onu sevmiş ve ilkelerini benimsemişlerdir. Buradaki inceliği iyi anlamak gerekir. Şimdilerde Atatürk’ü yermek ve politik rant elde etmek için güya Alevi vatandaşların “hamisi” kesilen siyaset cambazların yaftalarına Dersim halkı asla inanmaz ve kanmaz…
**
Korkunç Bir İddia: Dersim “Soykırımı”!?
(NOT: Dersimle ilgili bu acı paylaşımımızın satırları arasında geçen “jenosid (soykırım)” kelimesi, “…” (tırnak) içinde verildi. Bu iddianın peşin olarak kabulü ne hukuk ne de mantık bağlamında mümkündür. Acıların verdiği psikoloji sonucu kullanılan bu ifadenin hiçbir şekilde Türk Devletine ve Türk milletine yakışmadığı ve yakıştırılamayacağını-yakışmayacağını burada vurgulamak isterim. R.D.)
Dersim isyanı sırasında yapılan zülüm, yaşanan acılar ve hayatlarına son verilen insanların ölme ve öldürülme sebeplerinin esasen Osmanlıdaki bir Şeyhülislamın fetvasına dayandırıldığı iddia edilmektedir. Bu iddianın dayandığı kaynak şöyle diyor: “…sadece İslam'ın Sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır ve bunların ba'de'l-ahz tevbelerine ve nedametlerine iltifat ve itibar olınmayub kati olma (ancak bu toplamadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir” (Kaynak: Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayati. Yayına Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, 1972 İstanbul, Sayfa: 109-117)
**
Maalesef Ermeni iddialarından sonra Türk milletine yöneltilen suçlamalı iddialardan biri de “Dersim Jenosidi” olarak yapılan telkindir. Bu konu ile ilgili olarak yapılan yayınlar ve ileri sürülen bu haksız iddiaların yaygın olacak şekilde nesilden nesile aşılandığı düşüncesi son derece üzüntü vericidir. Açık olarak bu fikri yayan bir “Dersim Diyasporası” oluşturulmuştur. Bu konu ile ilgili olarak basından gerekli yayının yapılmadığını iddia eden diyasporik temsilciler de vardır. Örneğin Dersim ile ilgili bu iddia için sadece “26 Gazete Kupürü” olduğu bildirilerek hayıflanmaktadır. (Kaynak: Ulus Gazetesi 1937).
Konu ile ilgili haberde verilen bilgi şöyledir: "1938 yılından elimizde hâlâ “jenosidi” haber veren herhangi bir gazete kupürü yoktur. Bu tesadüf değildir, aslında normal, çünkü Dersim “jenosidi” son derece plânlı, programlı bir “soykırımdı” ve 38 yılında bölgeye gazeteci sokulmadı. Ama 1937 yılından Dersim hakkında kabarık sayıda yayın yapılmış, anlaşılan “vahşi” ve “yok” olması gereken Dersimlilerin soykırımı için “Kamuoyu” hazırlıkları yapılmakta… Yani Türklerin bu oyunları hep aynidir, ilkin bir cani, bir düşman yaratacaksın sonrası kolay…"
**
Asilerin dışında sade vatandaşların da hayatlarını kaybettiği kesindir. Hangi isyanda sivil vatandaşlar kayıp vermemiş ki? Zaten isyan edenler “milis güçler” denilen sivillerdir. Bu bağlamda ölüm haberleri hakkında bazı ifadelerde bu olayların ne kadar “acı” gerçekler içerdiğini anlamaktayız.
İşte bir ifade örneği: “Uzun süre silahların sesini duydum. Nerdeyse annemin altında boğuluyordum. Kolumda ve bacağımda bir yanma ve acı vardı ama henüz vurulduğumu ve annemlerin öldüğünü bilmiyordum. Silah sesleri kesildikten soma vücudumun ıslandığını anladım. Annemin altından çıkmak için çok uğraştım ama beceremedim” (Kaynak: Hüseyin Yıldırım, Ema Lenge (Roman) ISBN: 91-973126-3-0 / Mittani Yayınları, 1999, İsveç)
“Allah kimseye göstermesin gördüklerimi. Müslüman Müslüman'ı vuruyordu. Çocuklar birbirlerine sarılırlardı. Candı, ne yaparsın. Sonra çığlıkları gökyüzüne yükselirdi. Kanları sel olup akardı” (Kaynak: Cengiz Kapmaz, Gündem Gazetesi, 19.01.2007).
**
Dersim diasporasının konuya ilginç bir yaklaşımı var; güya Dersim “jenosidi” hazırlıklarını yapmak için Türklerin iki ana konuya öncelik vermişlermiş; 1-ulaşım için yol, 2-asker için binalar yapmak… Bu gerekçelerin ifade şekli de istihza ile şöyle açıklanıyor: “yollar yapılıyor, köprüler yapılıyor, kışlalar yapılıyor ve medeniyet geliyor…” Bunu da Dersim halkına iyilik değil “kötülük” yapmak için yapıldığını iddia edilmektedir...
**
İngiliz Devlet Arşivinde Dersim “jenosidi” hakkında yayın yapan bir internet sitesinden şu ifadeler dikkat çekicidir: “Dersim “jenosidini” Türklerin nasıl işlediklerine dair Batının “uygar” devletlerinin çok iyi takip ettiklerini bilmekteyiz, Batı devlet arşivlerinin açılmasıyla Dersim “jenosidinin” Batı devletlerine nasıl yansıdığı da gün ışığına çıkmaktadır. Özellikle bölgede aktif olan Fransa ve İngiltere’nin arşivlerinde Dersim “jenosidiyle” ilgili çok belge olduğu bilinmektedir. İngiliz Devlet arşivinden Dersim “jenosidiyle” ilgili bir kaç belge görmektesiniz.” Denilmekte ve aşağıdaki link referans gösterilmektedir. Kaynak: http://f28.parsimony.net/forum68217/index.htm
(İrdeleme-yorum: Burada ilginç olan inanış ve yaklaşım, iddianın sahipleri kendilerine “şahit” olarak Fransa ve İngiltere’yi göstermeleridir. Bu iki Batılı emperyalist devletin önce Osmanlı sonra Türkiye’nin üzerindeki emelleri hiç bitmedi ki! Batılı iki devletin arşivlerini “şahit” belge olarak gösterip ülkesine, devletine yönelik suçlamalarda bulunmak Dersim’de yaşanan “acı” olayları ne kadar hafifletir ya da yok edebilir? Bakar mısınız kinin ve nefretin derecesine: “Türklerle ayni gökyüzü altında yaşamak istemiyoruz” demelerindeki felaket zihniyeti tasavvur edebilir misiniz? Kin ve nefrete dayalı bir varsayımı beyinlere, yüreklere işleyerek düşmanlığı büyütmek hangi Dersimlinin faydasına olabilir ki!? R.D.)
**
Nefret ve kin kusan ifadelerden örnekler verelim:
“Dersim’de Türk demek: Dersim’e yalnız ölümü, yalnız yok edilmeyi isteyen ve hep zülüm getiren bir devlet, bir halk demekti. Onlar zulmün ve kanın, haksızlığın, işgalin temsilidir. Dersim’in kutsal topraklarında, onlar kutsal topraklarımızda, her gün ruhumuzu çiğneyen kara bir lekedirler. Zulüm, yıkım ve kan ve gözyaşı ve yakılan binlerce yıllık köylerimizdeki postal izleri ve ateş, kan izleri onlara aittir, yıkık duvarlar, pupuk kuşunun öttüğü bom boş köylerin marifeti onlara aittir. Ve yer ve su ve gökyüzü şahidimizdir ki; kalbimizdeki o ses “Türklerle ayni gök altında yaşamak istemiyoruz” diyor, bunca zulümden sonra, adınız zulüm olsun, kan ve yok etme olsun “kılıçla gelen kılıçla gidecektir” (Kaynak: Netherlands Kurdistan Society (SNK) Amsterdam-Dersim Köylerinin Boşaltılması Raporu (1995) 68 sayfa (A4) Dil: İngilizce)
**
“Türk okul sisteminin en azından 1938 “jenosidi” kadar Dersim’i yok etmek için geliştirildiğini bilmekteyiz, Dersim “38” fiziki öldürmekti, ama Türk okul sistemi Dersim’in “Ruhuna” kast eden bir sistem ve Dersimlinin kalbine saplanan kahpe Türk hançeriydi” (Kaynak: Hayrettin Ozdal-Necip Erdem; Nazimiye Tetkik Seyahati Notları, Altan 39/42 --1938 İstanbul Sayfa:46-59)
**
“Dersim`in kuzey-batı parçasını oluşturan Kocgiri Türklerin Osmanlı imparatorluğunun yerine “cumhuriyeti” kurmalarının arifesinde Kocgiri Dersim aşiretleri Ankara’dan resmen muhtariyet-otonomi istediler. Türklerin cevabı hızlı ve kanlı oldu. Merkez ordusunu ve özel kuvvetleri Kocgiri’ye yolladılar ve Dersimlilerin bu otonomi istemleri kanla bastırıldı. Kocgiri’deki Türk uygulamaları aslında Dersim 1938 de Türklerin merkez Dersim’de gerçekleştirecekleri kapsamlı “jenosit-soykırımın” da habercisiydi” (Kaynak: Komal veya Rizgari: Kocgiri Halk Hareketi 1919-1921 ilk baskı 1975 4. baskı 1992 Komal yayınları, İstanbul)
**
Dersim’in tarihi mirası “Koç Mezar Taşları.” “Bildiğimiz ve tanıdığımız işgalci, “jenosidçi” Türkler için bu tür eylemler-icraatlar son derece normaldir. Ama tarih bize bunu bildirmektedir ki, Dersim halkına özgü mezar taşları Türklerin işgalinden ve “bilimsel” tarih bildirimlerinden daha inatçıdırlar. Dersim mezar taşları Dersim’in önemli tarihi mirasını içermektedirler” Kaynak: Dersim (Tunceli) Hakkında 1985 Tunceli Valiliği ve Fırat Üniversitesi Tarafından Dersim’de yapılmış bir sempozyum tebliğleri kitabından)
**
“Dersim'de çözüme askeri bakmaktadırlar. Ve nihayetinde artık Türklerde bir “kültür” şekli alan “jenositler” zinciri, başka halkları bitirmek, temizlemek, yok etmek en sonunda, Dersim toplumunu da 1938 de bulmuştur. Türklerin Dersim’le ilgili planların Şeyhülislam Ebu Suud fetvalarını okumayan ve Osmanlıların Dersim’e seferlerini bilmeyen anlayamaz. İşte Kur. Binbaşı Burhan Özkök raporunun evveliyatıdır” (Kaynak: Kurmay Albay Burhan Özkök; Osmanlılar Devrinde Dersim İsyanlari 1937 Askeri Matbaa 69 Sayfa ve Ekte 3 Kroki)
**
İster Dersimli olsun olmasın, Alevi toplumu hakkında toplumda yaygın olarak bilinen kanaatin son derece çarpık bir örneğini aşağıda okuduğunuzda, yüzyıllar boyu Alevi vatandaşların neden çok “kapalı” bir toplum olmak mecburiyetinde kaldığını daha iyi anlaşılabilir. Alevi toplumu hakkında bu yanlış kanıların oluşmasına sebep nedir ya da sebepler nelerdir? Gerçekten bunların araştırılması gerekmektedir. İşte 1930lu yıllarda Anadolu’da egemen olan zihniyete tipik fakat bir o kadar da “acı” gerçeği bir kişinin ağzından “masalımsı-hikâyemsi” anlatımı, ifadeleri... Bu ifadeleri okur ya da dinlerken insanlığınızdan hicap duymamak mümkün değildir. Ancak konu son derece ibret verici olduğu için bu ifadeler buraya alındı.
**
“Onbaşı Ahmed bir Kızılbaşın evine ayak basmaya önce pek istekli görünmedi, çünkü Peygamberin buyruklarını hiçe sayıp Ramazan ayında oruç tutmayan, şarap içen insanlar ona göre değildi. Köye dönerken de bana her mutaassıp Müslimanın hazırda bulundurduğu türden, "yoldan çıkmışlar" hakkında aşağılayıcı nitelikte öyküler anlattı, örneğin kadın ve erkeklerin, rastgele birleştiği gece ayinleri gibi. Kızılbaşların bu ahlâksız davranışları konusunda dolaşan, bilinen öykülere ilaveten Ahmed, düğünlerde de düğüne katılanlar arasında serbest cinsel ilişki geleneği sürdürüldüğü konusunda iddialarda bulunmaktaydı. Bununla da yetinmeyip, Kızılbaşların, evlerine misafir gelen Türk’e sundukları yemeğin içine tükürdükleri masalını anlattı” ( Kaynak: Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 -Binboğalarda Dersim Dini Raa Heq’e Bagli Kurmanc-Kirdas (Kürt) Aleviler hakkında 1906-1907 bir Araştırma; Wuppertal Almanya, Sayfa 378-388- Hugo Grothe)
**
“Vuşene Aşireti Lideri Kamer (Qemer) Ağa Türkler tarafından sürgün edildi ve sürgünde vefat etti. Qemer Ağanın oğlu Findiq Ağa Türkler tarafından tutsak edildi Seyid Rıza ve diğer Dersim liderleri ile Elazığ’da Türklerin mahkemesinde “yargılandılar.” Findiq Ağa, Seyid Rıza ile beraber idam edilen Dersimlilerden... Findiq Ağa ve Qemer Ağa hakkında yakılan ağıt Kirmancki orijinali ile Türkçe çevirisi aşağıdadır (Kaynak: Mesut Özcan: Öyküleriyle Dersim Ağıtları 1- Ankara 2002 Sayfa: 158-162)
"Bizi götürecekler darağacına
Bugün soruyor bize Kırmanciye'nin davasını
Zalim bize soruyor Kırmanciye'nin davasını"
Fındık Ağamı aman götürmüşler darağacına
Fındık Ağamı asmayın, el gelsin erkekliğin seyrine
Ah aman Vuşene Seyd diyor:
"Kamer Ağa, evi yanasıca, neydi bu başımıza gelen.
Beni dinle, kurşun atalım, ta ki ölelim erkekçe"
**
(İrdeleme-yorum: Bu mısralarda her ne kadar bir ağanın ardından yakılan “ağıt” olarak ifade edilmişse de, feodalitenin devlete isyanına bir “kılıf” bulmuşlar, belki de gizli ajandada öyle yazılıydı bilinmez, bunun ardındaki gerçeği ifade etmesi bağlamında önemlidir. Yazılan mısrada bu tema ne kadar açık olarak ifade edilmiş görülüyor: “Zalim bize soruyor Kırmanciye'nin davasını". Dikkat edilirse ağıtta bir ideolojik boyutun olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar isyanın anatomisi feodalizmin savunulması gibi görünse de, işin gizli ajandasında siyasi “Kürtçülük” amaçlandığı bilinç altına yerleşmiş görünüyor.
Dersim isyanı sırasında asilerin kaleminden ve anlatımlarında savaşın şiddeti ve sonuçları hakkında verilen bilgilerin “Dersim diasporası” tarafından iftiharla yeni nesillere kitap-kaynak halinde sunulması da son derece anlamlıdır. Böylece yetişen yeni neslin gelecekte kin ve nefretle büyümesini sağlama amacı da yerine getirilmiş olmaktadır ki şu anda yapılan da budur, maalesef… Bununla ilgili olarak Dersim diasporasının yayımladığı kitaplardan bazı alıntılar yaparak konunun iyi anlaşılmasına yardımcı olalım. Metin aşağıdadır: R.D.)
**
“Dersim güçleri askeri haberleşmeyi sağlayan telgraf hatlarını işlemez hale getirdiler. Çatışmalar giderek şiddetlendi, Ovacık ve Hozat kuşatıldı. Dersim kuvvetlerinin direnişi karşısında tutunamayan Neşet Paşa, 4.Ordu komutanı ile haberleşerek yeni güçleri devreye soktu. Yenihan, Zile, Erzincan, Refahiye, Tercan, Kiğı, Arapkir, Erzurum'daki Karahisar, Koçhisar, Hamidiye alayları 1 Haziran itibarı ile Dersim'e hareket etti. Her biri 1200 atlıdan oluşan ve Abdulhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları devreye sokuldu, Cibranlılardan oluşan 36 tane alaydı. Çatışmalar giderek şiddetleniyor, fakat Osmanlı güçleri ilerleyemiyordu. Hozat yolunu dahi açamamışlardı. 4. Ordu komutanlığı başarısızlık karşısında General Mehmet Sami komutasında Erzincan, Refahiye, Kiğı yedeklerini de Dersim'e yolladı. 34. Hamidiye Alayı da harekete geçirildi ve Ovacığa ulaştı. Dersim'de büyük kuvvet birikmişti.” (Sait Ciy: Tazimattan Koçgiri Direnişine; Dersim Yazıları, Tij Yayınları, 1998 İstanbul, Sayfa: 117–163)
**
“Dersim’i Tunceli’ye çeviren ve 7 ilçeye indirgeyen Türkler şehrin inşasını; 1-askeri kışla: “jenosidi” gerçekleştirmek için, 2-okul: “jenosidden” arta kalanları asimile edip Türkleştirmek için, 3-lojman: Türk işgalci personelin durmak için evler, 4-cami: Dersimlileri Sünnileştirmek için. Bir fotoğrafın anlattıkları. Kaynak: www.mamekiye.de, fotoğraf 1930 sonları -1940 başlarında çekilmiş)
**
(İrdeleme-yorum: Dersim diasporası tarafından sunulan bir fotoğrafın hikâyesi burada verilmiştir. İlginç bir yaklaşımı bu satırlarda görmek mümkündür. Zihniyetin ne anlamlarda ve düzeyde olduğunu gösteren çok çarpıcı bir belgedir. Siyah beyaz bir fotoğraf üzerinde numaralar konularak isimlendirme yapılmış ve her bir imar elemanı için bir bahane uydurulmuş. Devletin imar için yaptığı faaliyetleri gösteren bu fotoğrafta görülen binaların muhtemel görevlerini art niyetle yorumlayıp sunmak akıl işi gibi görünmese de bir gerçek. Cehalet ve sefaletin devamı feodal güçlerin işine yaradığı için böyle yorumlamak onlar için kaçınılmaz olmuştur. R.D.)
**
“1920 sonrası Cumhuriyet'in kuruluşu ile seyitlerin çalışma alanları hızla daralacaktı. 1921'de başarısız Koçgiri isyanından sonra Sivas, Erzincan ve Malatya, 1925 Şeyh Said isyanı sonrası ise Elazığ ve Bingöl'deki Kürt Alevileri Ankara denetimine gireceklerdi. 1924'te her türden tekke ve tarikat kurumlarına karşı yürürlüğe konulan yasa ile seyitlerin bu bölgelerde rahatça dolaşıp, “çıralık” toplamaları tehlikeli bir girişim olmuştu. Dersim’in bir bütün olarak ablukaya alınması onun iç nüfusunu da tümden zor duruma sokmuştu.” (Kaynak: Erdal Gezik, Doğu Aleviliğinde Seyitlik ve Yakın Tarihte Geçirdiği Değişimler. Yeni Binyılda Dersim Sayfa:58-69 Almanya)
**
“Jenositlerin Gölgesinde Türkiye’de Ulus Devlet” adlı araştırma kitabından bir bölüm. “Onlar konuyla ilgili olanları yanıltma başarısı gösterip, kendilerinin işledikleri bütün cinayetleri Kürtler işlemişler gibi yansıtırlar. Kırdıkları, sürgün ettikleri Kürt halkını suçlu olarak perdenin önüne yerleştirmeyi başarırlar. Dünya kamuoyuna soykırımcı bir halk olarak sunarlar. Sanki teşkilatçılar Jön Türkler değil de, Jön Kürtler miydi? Sanki İttihat-û Terakki Partisi, I ve II. Teşkilat-ı Mahsusa tümüyle Kürt önderler tarafından kurulup, bölümlere göre organize edilip, yönlendirilmiyorlardı. Sanki 1914–18 arası katliamları yönetenler Balkanlı Enver, Talat, Cemal paşalar ve çoğunluğu Çerkez konfederasyonuna bağlı olan halklardan gelen onların çalışma arkadaşları değildiler. Sanki 1921 Koçgiri, Zerdüşt-Kızılbaş Kürt “soykırımını” da Kürtler gerçekleştirdiler” (Kaynak: Evin Çiçek, “Jenositlerin/Soykırımların Gölgesinde Türkiye’de Ulus Devlet)
**
“Türk yönetimi tarihte gerçekleştirdiği soykırımlar ile Kürt halkını da ekleyerek ırkçı-şoven politikası ile göçü, kaçışı, kaçırılmayı, Asya'yı, Mezopotamya'yı Kürtsüzleştirme, yerlilerinden arındırma, etnik temizleme politikasını, hep canlılar yakıp yok ederek canlı tuttu. Kısacası; Göçertme: “soykırım-jenosit” sözcüğüyle tarif edilebilinir. Göçün yaratıcıları, göçün birey üzerindeki etkilerinin bilimsel sonuçlarını da çok iyi bilen ve tecrübeli ustalarıdırlar. Her şey bilimsel olarak saptanmıştır. Sistemli, planlı, programlı bir yok etme politikası mevcuttu” Kaynak:http://www.peyamaazadi.com
**
(İrdeleme-yorum: Osmanlının son yıllarını ve daha sonraki cumhuriyet döneminin ilk yıllarını hedef alan eleştirinin farklı bir üslupla sunulması ve suçlamaların kaynağına inilmesi için sorgulamanın yapıldığını bu satırlarda anlamak mümkündür. Türk milletini ve devletini büyük bir suçlamayla itham edilmesi Dersim diasporasının ne kadar sitemli ve programlı çalıştığını göstermektedir. Tıpkı Ermenilerin uyguladığı strateji gibi…R.D.)
**
“Hiç şüphesiz, Dersim’de iki yıl fasılasız bir şekilde devam eden savaş, bütün Kürt tarihinin en acı, en kanlı ve korkunç bir sayfasını teşkil eder. Kuvvetlerin mukayese kabul etmeyen insan ve malzeme nispetsizliği, Dersim’in dış dünyadan son derece uzak ve tabii hudutları dolayısıyla da dört bir tarafından rahatlıkla muhasara edilebilinir durumu, Kürdistan'ın diğer bölgelerinin daha önce kısa zaman aralıklarıyla patlayan Kürt direnme savaşları boyunca ve sonrasında, son derece zarar görmeleri ve yorgun düşmeleri… Bunlara, o tarihlerde Nazi Almanyası'nın bütün dünya için arz ettiği tehlike dolayısıyla, herkesin kendi derdiyle meşgul bulunması ve tüm dünyanın ilerici ve hür devletlerinin Dersim katliamına benzer durumlarda seslerini çıkaramamış bulunmaları da eklenmelidir.” (Kaynak: Dr.Sait Kırmızıtoprak, Kürt Millet Hareketleri ve Irakta Kürdistan ihtilalı, Sayfa:80–88 Apec Yayınları 1997 İsveç)
**
(İrdeleme-yorum: Dersim isyanı için feodal güçleri devlete karşı kışkırtıp isyan ettiren Batılı emperyalistler, isyana rağmen Dersimlileri yüz üstü bırakmaları, Dersimli vatandaşlara bir ders olacağına, olmamış hâlâ... Bu dış güçler tarafından sahiplenilmemesini bir hayıflanma ve serzeniş olarak algılamalarını hayretle karşılamamak mümkün değildir. Belli ki sade vatandaşın bundan bir haberi yok, olması da mümkün değildi. Hiçbir iletişim ve eğitim aracının olmadığı bir yörede, halkın %99na yakının tamamen cahil ve biçare oluşu, ekonomik ve sosyal baskıların verdiği eziklik ve çaresizlik, halkın olup bitenlerden haberdar olmasını engelliyordu. Yöredeki feodal sistem umutlarını dış güçlere bağlamış, onlar da sözlerinde durmamışlar. 19.yy başlarından itibaren Anadolu Ermenilerinin Rus, İngiliz, Fransız ve Amerika’ya güvenip devletlerine ihanet etmeleri, isyan etmeleri, katliamlar yapmaları bu dış emperyal güçlerin desteğiyle olmuştu. Aynı hataya Dersimli feodal temsilcileri de düşmüşlerdi. Bundan bile alınacak çok dersler vardır. R.D.)
**
”1876'da, Rusya ile Osmanlı devleti arasında savaş başlamadan önce, Erzincan, Kemah, Kuzican, Ovacık, Mazgirt, Kuruçay ve Hozat kazaları Dersim’in esas idari bölgeleri idi. Bu ilçeleri, Türk makamları tarafından tayin edilen Kürt kaymakamları yönetmekteydi. Kuzican Hüseyin Beyin, Ovacık Kahraman Ağa'nın, Mazgirt Hüseyin Ağa'nın, Kuruçay Yusuf Ağa'nın, Hozat Mansur Ağa'nın idaresi altında idiler. Dersim’in iç bölgeleri gerçek anlamda bağımsızlığını koruyordu. Kaymakam Türklere vergi veriyor ise de, Şeyh Süleyman idaresi altında bulunan Dersim’in merkez bölgesi, Türk hükümetinin otoritesini tanımayı ve onlara tabi olmayı reddediyordu” Kaynak: 19. Yüzyılın 50–70 (1850–1870) Yılları Arasında Dersim Kürtler (Rusya Kaynakları açısından enteresan bir yazı).
**
“Özellikle köylerde ve diğer yerleşim yerlerinde vatandaşı devlete ısındıran, güven veren, saygı duyan bir yapıya kavuşturmak için etki ve propaganda gücü olan insanlardan yararlanılmalıdır. Bunlar öğretmen, imam ve komutan olarak büyük bir sempati yaratabilirler. 1939–1959 yılları arasında Elazığ, Tunceli ve Bingöl bölgesinde büyük bir fedakârlıkla görev yapan idealist öğretmen Sıdıka Avar'ın anıları "Dağ Çiçeklerim" adlı kitaptan öğrenilerek örnek dersler çıkarılmalıdır” (Kaynak: Suat Akgül; Atatürk Döneminde Bölücülük ve Bölücülüğe Karşı TBMM'ce Çözüm Önerileri. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını, Kasım 1999 Sayfa 59–69).
**
“Her bir kabile diğerlerinden bağımsız olup bir kısmı hemen hemen Hükümetken de bağımsızdır. Alınsa da, bunlardan, bilhassa mıntıkanın iç kısımlarında yaşayan kabilelerden pek az asker ve vergi alınır. Bir kaç yıl önce bunların arasından asker alıp "Hamidiye Alayları" kurmak için çok çaba sarf edilmiş fakat Kürtler önerileri, alay düzenlemeyi reddetmişlerdir. Bunların değişmez amacı Osmanlı Hükümeti'nden bağımsız olmaktır ve 50 yıl önce yabancı himaye sağlama ve Türklerden kurtulma umuduyla Amerikan Misyonerleri tarafından Protestan olarak kabul edilmeleri için bir hareket başlatmışlardır” (Kaynak: Suat Akgül; Yaba Yayınları – İstanbul- 3.baskı 2004 Sayfa: 32–36)
**
(İrdeleme-yorum: Burada bariz olarak ıslahat hareketinin nasıl olması gerektiği yönünde birtakım yönlendirmeler yapılmaktadır. Özellikle eğitim konusunda öğretmenler önemli görevler üstlenmişler. Gençlerin eğitilmesiyle feodal baskının azalacağına inanılmıştır. Halk eğitimli olursa doğru-yanlışı algılamaları daha kolay olacağından her biri kendine bir egemenlik alanı seçmiş ağaların, şeyhlerin hükmü de kalmayacak diye varsayılmış. Her bir bölgenin “Kürt” kökenli kişilere teslim edilmiş olması, Osmanlı devlet sisteminin makbul sayılmaması ve “bağımsızlık” peşinde koşmaları gizlenmiyor. Feodal yapının bağımsızlığa dönüşmesini isteyen yerli aşiret güçleri, yine desteği dışarıdan almışlardır. Özellikle Osmanlının son 100 yılı içinde Doğu Anadolu’da kurulan misyoner okulları ve yabancı kolejlerde eğitilen azınlıklar Osmanlının sonunu hazırlamıştır. Özellikle Harput’un misyonerlik üssü olarak seçilmesinden sonra Dersim üzerinde özel bir Hıristiyanlaştırma programı uygulanmıştır. Misyoner ve ajanlar ileri düzeyde etkili olmuşlardır. Tüm bunlar olurken devlet otoritesinin egemen kılınma isteği, hayal edilen feodal bağımsızlık, “bağımsız Dersim” isteği tamamen suya düşmüştür. Dersim isyanının ardındaki bilinen ve bilinmeyen birçok etken bu noktalarda saklıdır. Tüm bunların sonucu olarak cumhuriyete isyan edilmesi bu otorite kaybı riskine karşı duyulan endişedir. Kendi başına buyruk olan her kabilenin, aşiretin devlete tabi olmak istememenin ardındaki gerçek budur. Devlet içinde devlet olma isteği su yüzüne çıkmıştır. R.D.)
**
“Çemişgezek’e 14 Kilometre uzaklıkta, Aliboğazı’nın girişinde, üç köy ve mezralarından toplanmış çocuklar ve kadınlardan oluşan bin kişilik bir kafileyi Uskeks köyünde, bir koyun ağılına tepeleme doldurdular. Üzerine gazyağı dökülüp ateşe verilmiş boğayı ağıla saldılar. Hareket etmekte zorlanan kalabalığın ortasına dalan boğa can havliyle ezip geçti önüne geleni, anneler kucaklarındaki bebekleri düşürdü ayakaltına, o izdiham içinde ağılın çeperi patladı. Çeperden taşan, savrulan kalabalığın üzerine ağır makineliler kusmaya başladı. O kurşun yağmuru altında ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Tekini sağ bırakmadılar. Ölü yaralı kim varsa süngülerle deşip, biçip üst üste yığdılar. Ayaklarına dolanan sabi çocukları yığının üzerine süngü uçlarına takarak savurdular. Sonra da, gözlerimizin önünde gaz döküp ölü çocuklarımızdan, kadınlarımızdan yığını ateşe verdiler.” (Yayına Hazırlayan: Emirali Yağan, Özgür Politika Gazetesi, Kasım 2004)
“Türk askerinden nefret ediyorlardı. Su veya ayran isteyen askere verilen tas, ya kalaylanıyor, ya da kum ve külle defalarca yıkanıyordu. “Tırk” ve “Eskere Tırk” kelimeleri hakaret olarak kullanılırdı. Nefret Dersim dağları gibi yüceydi” ( Kaynak: Haydar Işık, Soykırım Sonrası Dersim http://www.haydar-isik.com )
**
(İrdeleme-yorum: Yukarıda yazılanların Türk askerine duyulan kinin ve nefretin gereği olarak kurgulanmış bir hayal mahsulü olduğu, anlatımında belli olmakla birlikte, varsayalım ki, şayet “doğru” olduğunu kabul edersek, bu vahşete bahane bulmak, bahane yaratmak ya da yakıştırmak mümkün değildir. Bu, vahşetin ötesinde insanlık dışı bir işlemdir. Bunu yapanların değil ki Türk askeri olması “sapık” ruhlu sadist kişiler olma ihtimali bile hafif kalır; bu sıfatlar ilk etapta akla gelenlerdir. Benzer muameleyi değil ki Müslüman vatandaşlara reva görmek, en katı düşmana ve zararlı varlığa dahi gösterilemez; hiçbir savaşta ve esaret döneminde Türk askeri suçsuz,-günahsız insanlara zülüm etmedi, etmemiştir...
Bu nasıl bir ruh hali ki kadın ve çocukları katleden bir davranışa taraf olsun?! Bunu anlamak ve tahayyül etmek mümkün mü? Benzer olayları, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlıya baş kaldıran Ermeni çeteleri tarafından işlenen katliamları hatırlatmaktadır. Ermeni katliamları aynen böyle anlatıldı canlı tanıklar tarafından… İsyanlara paralel olarak Ermeni çetelerin yaptığı katliamlar Doğu Anadolu’da çok sık rastlanan olaylardı. Benzer olayları yaşayan canlı tanıklardan bizzat dinlemiştim.
Bu yazılanlar, anlaşıldığına göre, canlı tanıktan alınmamış, dinlenmemiş, sadece yayına hazırlayan ya da yazan yayıncının “hayal gücüne” dayalı olarak tahmin yürütüldüğü izlenimi veriyor. Ayrıca yayınlanan yayın organının da objektif yayın yapan bir yayın organı olmadığı da biliniyor. Böyle bir yayını ancak ve ancak “katıksız Türk düşmanı” bir yayın organı yayınlayabilir kanaati hâsıl olmakta olduğunu da belirtmeliyim. Ancak, bu olayın -anlatılanların- binde biri dahi gerçek olsa kabul etmek, onaylamak mümkün değildir. Bunu yapanlara ve yaptıranlara sadece “lanet” okunabilir. Bu fevri davranışlar tüm milletin alnına sürülen bir leke olmaktan öteye geçemiyor, maalesef... Ve tarihi sayfalarında kalıcı oluyor. Gelin ki o lekeyi temizlemek kolay olmuyor?! R.D.)
**
“Dersim Jenosidine “Evet” diyen “Mebus” Türk Bilim Adamları (Doçent, Prof. Ord. Prof) Türklerin “ilim ve irfan” yuvaları dedikleri üniversitelerde doçentlik, prof’luk ve ord. profluk yapan ilim ve irfan bekçileri dahası “etik” bekçileri aynı zamanda “Tunceli kanunları” yapıldığında ve uygulandığında Türk parlamentosunda “milletvekili” olarak yer alıyorlardı ve bir toplumun “Jenoside” uğratılmasına “evet” diye el kaldırıyordu… Bu Türk ilim ve irfanı bu Türk etiği olmalı. 21 asırda yer alan Prof. Fahri Ecevit, Kürt ve Dersim düşmanı Bülent Ecevit’in babasıdır. 48 sırada yer alan Prof. Hasan Reşit Tankut yeminli Dersim düşmanı ve Dersim hakkında çok kapsamlı yazıları olan zattır. O TC devletine Dersim’in yok edilmesi için epey rapor sunan kişidir de aynı zamanda…(Kaynak: İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu Ve Dersim “Jenosidi” Wesanen Rewsen 1991 Bonn/Almanya Sayfa: 141-148)
**
(İrdeleme-yorum: Bu ifadelerde devletin çıkardığı “Tunceli İlini Islah” yasasının haksızlığı ve buna olumlu oy verenlerin kınanması gerektiği öne sürülmektedir. Her nedense suçun tamamı “polise” yüklenmektedir, “hırsızın” hiç suçu yokmuş! Ne kadar ilginç değil mi? İsyanı bastırmaya yönelik devlet otoritesinin yaptığı yanlış kadar, isyan edenin hatasını da gündeme almamak ve öne çıkarmamakla, sosyal bilimci geçinen birinin konuya ne kadar “objektif”(!) baktığını göstermektedir. R.D.)
**
“Dersim’den oldukça uzak yerlerde kız ve erkek yatılı mekteplerinin de açılması ve bu mekteplerde Dersim’den getirilecek olan beş yaşını doldurmuş kız ve erkekler okutturulup büyütülmesi ve muvazi surette yetiştirilecek olan bunlar yekdiğeri ile evlendirilerek baba ve analarından mevrut envali ve arazileri içinde birer Türk yuvası kurmaları temin ve bu suretle Türk Kültürünün Dersim’de esaslı bir surette yerleştirilmiş olacağı düşünülmektedir.”
“Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek (Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında jenositle ilgili aldığı kararın (e) bendi). 9 Aralık 1948 de imzalanmıştır (Kaynak: Nurşen Mazici: Celal Bayar Başbakanlık Dönemi (1937-1939) / Der Yayınları / İstanbul Sayfa 233)
**
"Eskiler yeni kardeşlere çok güzel önderlik ediyorlardı. Bilhassa lisan öğrenmede... Türkçe sorulmayan soruları cevaplandırmıyor, sorunun Türkçesini öğretip cevaplıyorlardı. Bana bile aynı usulü uyguluyor, Kürtçe bir kelimenin manasını sorduğumda ve tercüman lazım olduğunda "Ben Kürtçe bilmiyorum" deyip işin içinden sıyrılıyorlardı. Hepsi de bu lisanı bildiği için utanıyor gibiydiler.” (Kaynak: M. Kemal’in Asimilasyon Politikası. Misyoner Sıdıka Avar, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri Sayfa:442-51)
**
(İrdeleme-yorum: Doğu Anadolu’da uygulanması gereken bir eğitim programının ana konusu gibi dursa da burada vurgulanmak istenen, yöre çocuklarının eğitilmesi ve topluma entegre edilmesindeki yararlılıktan ziyade, konuşma isteğinin saklandığı “Kürtçe” ile ilgili tespittir, burada vurgulanmak istenen ana bikir bu merkezdedir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Eğer okulda, evde konuştuğu anadilini konuşacak olsa, o zaman topluma entegre olma şansı kalamaz. Devletin resmi dili ile eğitim alması gerekiyor, çünkü... Bunu devlet sağlamaya çalışmış ve yıllarca devam etmiş Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da… Tam anlamıyla başara bilmediği için bugünkü sancılar-sıkıntılar olmuştur. Cumhuriyet ve ilkeleri tüm değer yargılarıyla bu bölgeye ulaştırılamamıştır, bu bir gerçektir… R.D.)
**
“Dersim Lideri Seyit Rizan’nın idamı: doğum, 1862 Dersim, idam, 1937 Elazığ "Seyit Rızayı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti. (Evladi Kerbelayme, be gunayime, ayvo, zulumo, cinayeto. Evlad-ı Kerbelayiz, günahsızız, ayıptır, zülumdur, cinayettir.) dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap - rap yürüdü. Çingene’yi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu, infazı yaptı." Kaynak: Tanju Cılızoğlu. İhsan Sabri Çağlayangil’in Anıları. Sayfa 49-54.
**
(İrdeleme-yorum: Canlı kaynaklardan dinlediklerim: Seyit Rıza’nın idam edileceği gün resmi tatildir, savcı izinlidir ya da raporlu. Onun yerine vekil savcı çağrılır, tatil günü mahkeme kurulur ve o tatil gününde idam kararı verir mahkeme. Hâkim kararda “ölüm” cezasına çarptırılma yazar, fakat “idam” ifadesi yer almaz. Mahkeme kararını duyanlar, ölüm cezasının idam olduğunu anlamadıkları için Seyit Rıza taraftarları “edam tunne” (idam yok) diye sevinirler fakat işin aslını anladıklarında hayal kırıklığı yeniden yaşanır. 15 Kasımı 16 Kasıma bağlayan Ramazan ayı gecesinde sehpalar buğday pazarı meydanında kurulur. Sehpaların birbirini görmemesi gerekir ki bir infaz diğerini görmesin diye. İddiaya göre Seyit Rıza yaşlı olduğu için yaşı da mahkeme kararıyla küçültülür ve öylece ancak idam edilir.
Savcı Seyit Rıza’ya son arzusunun olup olmadığı sorduğunda şöyle diyalogların geçtiği iddia edilir. Bu konuda çeşitli rivayetler vardır; ilki: “40 liram ve saatim var oğluma verin”. Savcı, “namaz kılmak ister misin?” “Hayır.” Der.
Mahkûmların idam edilmelerindeki bu aceleciliğin anlamını, sebebini araştırdık. “Bu acelenin bir sebebi vardır mutlaka”, dedik ve öğrendik. O günlerde Atatürk Elazığ’a gelip Singeç Köprüsünün açılışını yapacaktır. İç işleri bakanı Şükrü Sökmensüer Malatya Emniyet Müdürü olan İhsan Sabri Çağlayangil’e şu mesajı verir; Atatürk gelmeden Seyit Rıza işinin hal edilmesini ister. İhsan Sabri Çağlayangil’in apar topar Malarya’dan Elazığ’a gitmesi, sehpaların gece hazırlanması, cellatla kişi başına 10 liraya anlaşması bir aceleciliğin göstergesidir. Sonradan bu aceleciliğin bundan dolayı olduğu tahmin edilmiştir.
Buğday pazarı meydanında kurulan darağaçlarına bakılarak savcı Seyit Rıza’ya bir son arzusu olup olmadığı sorulur. Baba olarak oğlunun ölümünü görmek istemediğinden dolay olmalı ki “Beni oğlumdan önce asın” der. Fakat bu istek yerine getirilemez. Sıra bozulmaz. İşin trajedi tarafı ise, oğlu Seyit Rıza’dan önce asılır, fakat görüntü ona aksetmez. Oğlu Esrik Hüseyin babasının göremeyeceği bir köşeye alınır. Çünkü kurulan darağaçları birbirini görmeyen köşelerde kurulmuş ve engellemelerle gizlenmiş diğer mahkûmlardan. Normalde olması gereken durum budur. Sonra sıra kendisine gelir. Ve cellâdın yardımını istemeden kendi ipini kendisi boynuna geçirir ve sandalyeye tekme atarak infazını kendisi yapar. Bu sahne ile ilgili olarak idam işleminden sorumlu Malatya emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayan’ın hatıraları son derece dramatiktir.
Bu manzara son derece dokunaklı ve acı vericidir. Gerçek şu ki 1937 şartlarında olan bu olayı bugünkü akıl ve duygularla düşünüp değerlendirilmemesi gerekir, değerlendirildiği takdirde, insan olmanın gereği olarak insana sadece “acı” vermektedir. İlginçtir ki, Seyit Rıza ve 6 arkadaşı yine de suçunu kabul etmemişlerdir. Devlete karşı gelmeyi bir doğal “hak” olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda Dersim olaylarının her şeyden önce sosyolojik ve insanı duygu boyutuyla incelenmesi gerektiği kanısındayım. R.D.)
**
Dersim’in Ayrı Bir Dini Varmış!?
“Dersim bedenine üflenen o “ilahi ruh” olarak bilinmeli ki Dersim dini Raa Heqq de Ruh asla ölmez beden olur toprağa karışır ama Ruh her zaman durmadan döner durur yeniden doğar iste bu noktada Türk Nazilerine sormak gerek Dere Laci’de öldürdüklerinizi gerçekten öldürebildiniz mi?” “Bu dağlarda ölmek hem keyiftir, hem de saltanat bize... Bu dağlarda bizle ölenin Ahrette yeri cennet. Bizimle beraber bu dağlarda ölenin İmam Hüseyin yolunda yeri cennet” (Kaynak: Mesut Özcan: Öyküleriyle Dersim Ağıtları -1 Sayfa:100-104 Kalan Yayınları 2002 Ankara)
**
“O zalim Dersim’in kısır toprakları uğrunda çok şeye katlanırlar. Ölürler, öldürürler, fakat Dersim’i bırakmazlar. Çünkü bu açılmaz dağ kümesinin sakar tepelerinde ve çetin derelerinde tabiatın harikalarını ve esrarın hayallerini tıpkı eski Allahlar kadar serbest ve korku duymadan, sakınmadan seyredebiliyorlar. Çünkü onlar yalçın kayalar Allahların durağı, meşelikler mukaddes seslerin kaynağıdır. Kam, Şam ve Seyitlerin dolaştığı dereleri coşkun seller ve Allahların durağı sakar atlan fırtına topu bekler. Bu itibarla Dersim, ebedi hamileri ve daima muzaffer ruhanileri olan mübarek bir yurttur. Âşık onu överken bakınız ne demiştir: Aşiretler cömert hakkın rakına, Munzur baba durmuş kıblegâhine; Sultan baba derler bunun şahına, Seslenir topları, yeli Dersim’in”
**
“Dersim İnancı’nda Hızır (ASPARÊ ASTORÊ QIRI/ Bozat’ın Süvarisi) Yalnız Çarekli Aşiret tanrısı değil, bütün dünyanındır! Her yerde hazır ve nazırdır! Dara düşenin dostu ve kurtarıcılar kurtarıcısıdır! Yoksulların, yaşlıların ve kimsesizlerin babasıdır! Onun resmi mekân: Bazı Dersim gölleridir! Her yıl “Hızır Ayı” geldiğinde Dersimlileri ziyaret etmektedir! Munzur Cömert)
**
“Dersim Dini yapısı üzerine makaleler: 1-Alevilik Hakkındaki 19. Yüzyıl Misyoner Kayıtlarına Eleştirel Bir Bakış ve Ali Gako’nun Öyküsü, Ayfer Karakaya-Stump; 2-Alevi Kürtlerin etnik kimliği üzerine tartışma "Aslını inkâr eden haramzadedir!" Martin van Bruinessen; 3-Dersim İnancı’nda Yılan ve Tarikat Değneği. Munzur Cömert)”
**
“Dersim İnancı’nda Düzgün (ASPARÊ ASTORÊ KIMETI / DORUAT’IN SÜVARISI) Can ile Cihanın Tanrısı, Rehberi ve Himayesidir! Dersim’in Sultanı ve Kumandanı Düzgündür. Ayrıca Dersim’deki kutsal yer ve yatırların da başıdır. Düzgün aydınlığı simgeliyor, Evdil Musa’ysa karanlığı! Evdil Musa’nın askerlerine karşı Düzgünün askerleri duruyor. Munzur Cömert”
**
Yabancıların Gözüyle “Dersim Dini”
“Bana önce biz Hıristiyanların inandığı Tanrı'nın nerede bulunduğunu sordu. Ona "her yerde hazır bulunan Tanrı" fikrimizi söyledim, fakat bu onu tatmin etmedi. "Biz Tanrı'nın kullarının kalbinde bulunduğuna inanırız. Her nerede dürüst bir adam varsa onun kalbinde de bir Tanrı vardır" dedi bana.” (Kaynak: Rev. Henry Riggs, Mehmet Bayrak: Dersim Kürtlerinin Dini (1911) -Alevilik ve Kürtler, Sayfa 364-371)
**
(NOT: “Dersim Dini” ismi bile çok ilginç… Bir o kadar da ürpertici… Meğer çok tanrılardan bahsediliyor… Göllerde, meşeliklerde yaşayan Tanrılardan, kutsallıklardan… Konu son derece ilginç ve bir o kadar da araştırılmaya değer bir bakirelikte!? R.D)
**
(Yorum ve irdeleme: Dersim olayı ile ilgili tartışmanın sürdüğü günümüzde, bir gerçek ortaya çıkmıştır; Dersim sadece “Tunçeli İli Islah Kanunu” sonucu ortaya atılmış bir haksızlığın mücadelesi değildir. Dersim Anadolu toprakları içinde yüzyıllarca “devlet içinde devlet” olarak yaşatılmasına izin verilmiş, feodal sistemin kemikleşmiş bir örneğidir. Bunun ardında hem yerel, hem devlet düzeyinde menfaat grupları, yetkilileri vardır. Devlet ulaşamadığı yere, güç yitiremediği yere sessiz kalmış, “ne halin varsa gör” tarzında bir yaklaşım sergilemiş. Fakat bu zamanla kimlik değiştirmiş; bazen “din” motifi, bazen de “ırk” motifi öne çıkartılarak devlete isyan ettirilmiştir. Bunu yapan ve yaptıranlar feodalizmin önderleri ile onları “piyon” olarak kullanan Batı emperyalizmidir. Bunun böyle anlaşılmasında yarar vardır. Şimdilerde de, bu sevdayı devam ettirmek ve geçmişi deşerek “devleti dövmek” adına faaliyetler yürütülmektedir. Sadece Yurt içinde değil Yurt dışında da kurulu ve devlete kin ve nefretiyle beslenen bir “Dersim Diasporası” mevcuttur. Bunun örneklerini yukarıda vermeye çalıştım. Daha “korkunç” ifadeler de var, onları buraya almaya ne araştırmacılık kimliğim, ne bilim insanı kimliğim, ne de akademik nosyonum müsaade eder. R.D.)
**
Sonuç…
Siyasi iradenin başrolünü oynadığı “açılım-saçılım-kaçınım” komedisinin tartışıldığı 10 Kasım 2009 tarihi günde, muhalefet sözcüsü üzerinden yaratılan fırtına dinmişe benziyor. Üzücü polemiğe konu olan “Dersim İsyanı” gerçek boyutuyla anlaşılmış mı, henüz belli değil. O günden beri her kafadan bir ses çıktı ve her biri kendine göre “yorum” yaptı.
Şu soruyu açık olarak sormalıyız; muhalefet sözcüsü ne demek istedi; kastı Alevi vatandaşları yermek miydi? Söylemlerinde haklı mıydı, haksız mıydı?
Hatırlanacaktır; sözcünün konuşmasında söylediği şey son derece basit ve açıktır; devlete başkaldıran kim ve nerede olursa olsun, “analar ağlayacak diye” Atatürk göz yummamıştır. Bu Dersim isyanı olabilir, Şeyh Sait isyanı olabilir, Konya veya Bolu isyanları olabilir, fark etmez. “Asilerin başı mutlaka ezilmelidir” diyen kişi, bu devletin kurucusu Mustafa Kemaldir, bunu birisi tekraren diyorsa haksız mı?
Çünkü Dersim harekâtı tamamen Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatı ve isteğiyle yapılmıştır. Hiç kimse konuyu başka tarafa çekip kendine “rant” sağlamasın. Evet, bunu fırsat bilenler, Atatürk’e olan kinlerini Dersim isyanını bahane ederek kusmaktadırlar. Bunun farkına varalım...
Hiç kimse kendini kandırmasın; başta da Alevi kardeşlerimiz... Dersim olayı feodalizmin devlete isyanıdır… Orada ağaların zumluyla ezilen Alevi vatandaşların devletten yana olduğu da biliniyordu, fakat ağaların, şeylerin, aşiret reislerinin korkusunda zaten sesleri çıkmıyordu. Olaylar sırasında üzücü durumlar olmuş olabilir, ama harekâtın esası devletin kimliği ve ciddiyetiyle doğrudan ilgilidir. Yaşanan olayların acı tarafını paylaşmamak mümkün de değildir.
Uygulamalarda orantısız güç kullanıldı diye devleti “suçlu” ilan etmek, geçmişteki uygulayıcıların yanlışlarını bahane ederek devleti mahkûm etmek, ancak istismarcı fırsatçı Atatürk düşmanlarının işine yarar; Atatürk hayranı, aydınlık kafalı insanların, Alevi kardeşlerimizin, işine asla gelmez, onlara yarar da sağlamaz...
Devleti temsil eden kişiler ve kurumlar geçmişte yaptıkları hataları bugünkü düşünce iklimiyle yargılamak doğru olmadığı gibi ahlaki de değildir. Her olayı kendi zaman diliminde ve şartlarında değerlendirmek gerekir...
Muhtemeldir ki bazı aşırı uygulamalar, yetki aşımı ve işgüzarlık sonucu olmuş vakalar sivil halkı acılara sürüklemiştir. Bunu yapan askerler de şiddetle cezalandırılmışlardır. Yoksa Gazi Paşa’nın isteği, asla insanlık haysiyetine ters gelecek davranışların vuku bulması yönünde tavrı olamazdı... Nitekim bu olaylardan dolayı bölge valisi korgeneral görevden alınmıştır. Bu da yetmemiştir; Atatürk’ün baskısıyla Başbakan İsmet Paşa koltuğunu kaybederek Başbakanlıktan çekilmek zorunda bırakılmıştır.
Nasıl ki Şeyh Sait isyanında Başbakan Fethi Bey koltuğunda olduysa, Dersim isyanında da bir başka Başbakanın, İsmet Paşa'nın, koltuğu gitmiştir. Sonuç olarak Dersim isyanı İsmet Paşa’nın başını yemiştir. Her ne kadar bazı yazarlar İnönü'nün istifasını, Çankaya'daki meşhur tartışmaya ve ekonomik sıkıntılara bağlasalar da işin aslının Dersim isyanının kanlı bastırılmasına dayandığı iddia edilmektedir. Diğer bir ifade ile Dersim isyanının bastırılması olayları ile ilgili tüm harekâtın sorumlusu Atatürk'ün kendisidir. Bunu açık olarak üstlenmiştir.
İsyan olmuştu ama bastırılması sürecinde Kürt ve Alevi nüfusa yapılan haksızlıklar tartışma konusu edilmektedir... İsyanın bastırılmasında emir komuta zincirinin başında Atatürk olsa dahi, bu haksızlığın yapılma ihtimalini yok etmez. Dersim dağlarında eşkıya ile askerin çatışma derecesini hiç kimse tayin edemezdi... Sekiz ay boyunca devlete karşı direnmiş isyancılar var; diğer tarafta devletin devlet olduğu bir dönemde, “otorite ispatı” ilkesi var... En kanlı bastırılan isyandır, Dersim isyanı...
Dersimliler ve Aleviler şunun çok iyi farkındadırlar, Dersim üzerinden siyasi iradenin Alevilerin oyunu kazanma hayalleri ve rakibi muhalefeti tepeden vurma gayretleri var... Diğer yandan manevi kimliği ile de olsa Seyit Rıza'yı unutmadı Aleviler, hep sahiplendiler. Kemal Kılıçtaroğlu de Alevi Dedesi olmasının verdiği manevi ağırlıkla bazı sözlere sert tepki vermiş olmasını da bu bağlamda hoş görmek gerekir.
**
Siyasi iradenin ortaya koymaya çalıştığı fakat bir türlü açıklamasını dahi yapamadığı “açılım-saçılım-kaçınım” komedisinin TBMM de görüşülmesi sırasında muhalefet partisi, istismar edilen anaların göz yaşlarının ardındaki yanlışı dile getirdi..
Ne dedi muhalefet?
Devlete karşı gelen diğer isyanlarda hiç mi analar ağlamadı ki şimdi PKK terör örgütü açılımını, güya “analar ağlamasın” diye, millete yutturulmaya çalışılıyor; “saçılım” projesinin terör örgütüne taviz olarak anlaşılması gerektiği üzerinde durduğu için kınanıyor. Bu arada devlete isyan eden, devleti tanımayan Dersim isyancılarıyla mücadele verilirken de analar ağlamıştı, neden onlar hiç hesaba katılmıyor, sanki onlar ölen askerlerin, sivillerin, eşkıyanın anaları yok muydu? Onlar uzayın askerleri ve uzayın isyancılarımıydı? Atatürk devlete baş kaldıran isyancılara ne yapılması gerekiyorsa öyle yaptığını söyledi muhalefet…
Söyledi de kıyametler koparıldı…
Bu amaçla söylenen ve son derece iyi niyet ve “devlet ciddiyeti” bağlamında söylenen bu sözlerin aidiyeti çarpıtıldı, maksatlı ve seviyesiz bir şekilde kullanıldı. Bu konuşmada geçen sadece Dersim isyanı değildi ki! İstiklal Savaşı vardı, Koçgiri isyanı da vardı, bunların hiç birisinden söz edilmiyor, illaki Dersim deniliyor.
Günde tek ayak üzerinde sınırsız yalan ticaretini kâr sayanlar her nedense, güya Alevilerin hamisiymiş gibi davranarak karşı tarafı yıpratmak ne kadar kandırmaca olabilir? Ayrıca, kendilerini “liberal” sanan veya hükümetten yemlenen birileri, iktidarın toplumda ve ülkede yarattığı ayrıştırmayı hiç dile getirmemelerine ne demeli? Yanaşık kalemler ve yanaşık basın yayın organları siyasi iradeye “hizmet yarışında” olmayı marifet saymaktadırlar.
Acaba daha başka hangi devlet imkânlarından nemalanırız diye “cibilliyet” testine girmektedirler… Siyasi iktidarın yanlışlarına rağmen aleyhinde tek bir laf etmeyenlerin bu testten kaç puan alacakları ise merak konusudur…
Bunun bir oyun olduğu kesindir, bu oyuna gelmemek gerek.
Başta Alevi vatandaşların atılan bu “tuzağa” takılmamaları gerekir.
**
Dersim isyanı ve ardında gelişen olayları, hem isyancılar hem de olayların bastırılması şekli hakkındaki gelişmeler, tarihimizin sıkıntılı sayfalarındandır. Bu ve benzeri olaylar insani acılarla doludur. Bu tip olayları kendi zaman dilimi içinde ve şartlarında değerlendirmek gerekirken bugünkü bakış açısıyla 1938 tarihi olaylarını değerlendirilirse yanlış olur.
Bu şuna benzer, “Fatih Sultan Mehmet hiç de demokrat değildi” demek gibi bir yaklaşım olur!
Burada son derece çarpıcı bir örnek vermek isterim; Dersim bölgesi o tarihe kadar hem Osmanlı hem de cumhuriyet döneminde ihmal edilmesinden dolayı feodal güçlerin egemenliğinde kalmış. Osmanlı belli dönemlerde bu bölgedeki feodal güçlere “özerklik” bile tanımış. Osmanlı “Tımar” sistemine hiç dahil edememiş… 1937lere gelindiğinde devlet bu işe bir çekidüzen vermek için askeri önlemler almaya başlamış. Burada çok sayıda Mehmetçik, isyancı ve sivil halk ölmüştür. Örneğin bu isyan sırasında, köprü olmadığı için, isyancılar köprünün yapılmasına izin vermediği için bir jandarma taburu Munzur çayını el ele tutunarak geçmek mecburiyetinde kalmıştır. Çayı geçmeye çalışan bu jandarma taburu, sağlı sollu gizlenen isyancılar tarafından tamamına yakını kurşunlanarak şehit edilmişlerdir.
Şimdi bunlardan hiç bahsedilmiyor.
Bu askerlerin anası yok muydu?
**
Dersim isyanı ve sonrasında gelişen olaylar, bölgeyi kontrolleri altında tutan güçlü feodal yapının karşısına devletin varlığı ya da yokluğu sınavı verilmiştir.
Devlete isyan vardır.
1937 şartlarında ulus devletin en güçlü kimliğe sahip olduğu bir dönemdir ve günün şartları içinde isyan devletin gücü gösterilerek ve aşırı güç kullanılarak etkisizleştirilmiştir. Tabii ki sonuç devletin varlığı ve devamlılığı bağlamında sonuç gerekli olabilir fakat vatandaşın mağduriyeti açısından acı verici olmuştur.
İsyan bastırma şeklinin doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir fakat yıllardan beri bu konu devletin resmi görüşü olarak biliniyordu. Bu resmi görüşü muhalefet sadece ifade etmiştir. Şimdi konuyu irdelerken, bu kadar organize bir şekilde tepki vermenin bir sebebi olmalı. Bu kadar organize bir tepki insanı farklı şüphelere yöneltiyor. Devletin bu resmi görüşü bugüne kadar, devletten yana olan tüm politikacılar bunu geleneksel olarak savuna gelmiştir.
Bugün neden farklı konuşmaktalar?
Günün şartlarını ve yörenin coğrafi yapısı düşünülerek bu orantısız güç kullanımı tartışılmalıdır.
İsyanın bastırılması bu kadar sert olmalı mıydı?
Bu sorunun cevabı, o günün şartlarıyla olaya bakan ve objektif olarak devlet olma gereğini düşünerek siyasi tarih yazarlar cevap verecektir.
**
“Açılım-saçılım-kaçınım” komedisi oy avcılığı için kuşşanııyor.
Nasıl mı?
İşte örnekleri;
Dinamik insanların diyarı Karadeniz bölgesinde “Pontus Rumcası” ile yayın yapmak üzere televizyon kurma girişimine izin verilmesi!...
Bakar mısınız ifadeye, sadece “Rumca” veya “Yunanca” demiyor, peki ne diyor; “Pontus Rumcası!?”
Buyurun musalla taşına imam efendi cenaze namazı kıldıracak!
Gördünüz mü açılımın hikmetli sırlarını?
Kürt, Alevi, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Ermeni açılımı derken, şimdi de, “Pontus” açılımı geldi…
Gördünüz mü “milli birlik projesini?!”
Hem etnik ayrıştırmaya öncülük yapacaksınız hem de “milli birlik-kardeşlik” laflarını kafadan bedene uymasa da, göz boyamak için kullanacaksınız…
Ayrıştırma hamleleri yaparken amacınız nedir, bu insanların sosyo-ekonomik sorunlarını çözmek midir, açlara aş, boştakilere iş mi temin etmek mi, hayır!
Peki, nedir derdiniz, sadece “oy avcılığı”…
Hesap belli; “kaç oy alırım” Karadeniz’den, Doğu’dan, Güneydoğu’dan?
Eh, Allah bin bereket versin…
“Yine birinci partiyiz haaaa!…
Bakınız milletin iradesi böyle diyor…
Cumhur böyle diyor…” deyip övünmek…
Bravooo… Bravoooo… diye alkışlanmak!
Diğer bir hedef de Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak!
Çeşitli bahanelerle ülkeyi “pırtık” gibi saran renkli-renksiz, yazılı-yazısız, görüntülü-sözlü basın-yayın organlarıyla toplumu sürekli psikolojik bombardımana tabi tutacaksınız… TSK milletin gözünde, “..acaba birazcık yıpratabilir miyim, üzerinde şaibe yaratabilir miyim..” diye bir gayretin içine gireceksiniz…
Nedeni, bir türlü içine sızamadığı, yapısını karıştıramadığı, belli hedeflere yöneltemediği, işgal kadroları oluşturamadığı için…
**
Neymiş efendim; “analar ağlamasın…”
Allah Allah, anaların ağlamasını isteyen kim ki?
Olur mu efendim bakınız “şehitler gelsin de biraz daha bağıralım” diyenler varmış!?
Pes…
İç güvenliğini tehdit eden bölücü örgüte bari yalvarılsın da silahları bıraksın o zaman… Mademki anaların ağlamasını istemiyorsunuz, sayın muhteremler…
Ülkeye bir saldırı var, “analar ağlamasın” diye mücadele edilmeyecek mi?
Böyle bir saldırı karşısında hangi Türk “evladı anam ağlayacak” diye geri durabilir ya da hangi Türk anası evladını vatan savunmasında bu gerekçeyle geri durdurabilir?
Doğal olarak bazı zorunlu şartlarda anaların da babaların da ağlaması mukadder olabiliyor. Bu gerçeği siz millet olarak inkâr edebilir misiniz?
Konuyla ilgili olarak “siyasi linçe” tabi tutulan politikacı bu konuda ne demiş?
Nasıl örnekler vermiş, bakalım:
“Çanakkale’de analar ağlamadı mı?”
“İstiklal Savaşında analar ağlamadı mı?”
“Koçgiri isyanında analar ağlamadı mı?”
“Dersim’de analar ağlamadı mı?”
“Ama hiç kimse analar ağlayacak diye, tavrını, tutumunu değiştirmedi…”
Vay anasını, demişleyken!
Bu sözler üzerine bu politikacıya söylenmedik “galiz” söz kalmadı neredeyse… Atatürk’ün söylediğini aktaran politikacının bu ifadelerini istismar ederek “oy avcılığına çıkan” zatı muhteremler tipik “politika bezirgânlığı” örneğini vermişlerdir…
Evet, doğrudur tarihimizde, maalesef, birçok nedenle analar ağlamıştır…
Bazen vatan savunması için, bazen dış düşmanlara karşı, bazen iç düşmanlara karşı, bazen de hainlere karşı verdiği savaştan dolayı…
Temel amaç, milletin menfaatlerinin gerekli kıldığı durumlarda anaların ağlamasına itibar edilmemiştir. Bu tarihi bir gerçektir…
Kimine göre verilen örnek yanlış olabilir, fakat gerçek her zaman gerçektir…
**
Siyasi iradenin öne sürdüğü ve her fırsatta ismi değişen aslında “açılım-saçılım-kaçınım” dediğimiz projenin hiçbir ön hazırlığı, dayanağı olmadığı bu kadar kısa süre içinde ortaya çıktı. Mehmetçiklerin analarını de cepheye sürerek “analar ağlamasın” sloganına sığınarak milleti ikna edeceklerini sandılar. Bu kutsal anlam yüklü ifadeleri “slogan” yapmaları, gerçek niyetlerini de ortaya çıkardı.
Türk milleti iç ve dış düşmanlar karşısında ülkemizi, bayrağımızı, istiklalimizi savunurken “analar ağlamasın” diye geri durmadı. Bağımsızlık ve varoluş mücadelelerin hangisinde geri duruldu ki 1937-38 Dersim isyanında geri durulsaydı?
Dersim isyanında Türk ve Kürt anaları ağlamadı mı?
Eğer bu slogan ifadeler doğru ve geçerli olsaydı o zaman Türkiye cumhuriyet diye bir şey kalır mıydı?
Şimdilerde ülkeye karşı yine bir saldırı var. Bu saldırıya karşı devlet mücadele etmesin mi?
Daha açık söyleyelim; PKK tarafından başlatılan terör, bir isyan değil mi?
Eğer bu isyan da kökten “hall” edilmezse, işte o zaman felaket olur; çok fazla analar ağlar…
Hem de millet olarak anamız ağlar…
**
Cumhuriyet döneminde sadece “Kürt” kimliği ile yapılan isyanlar değil, “şeriat isterük” diye çıkan ve elebaşlarının Türk olduğu isyanlar da kanlı şekilde bastırılmıştır. Her nedense “Dersim” ifadesi gündeme gelince bazılarının “nasırlarına basılır” olmaktadır…
Cumhuriyet ordusunun ve Mustafa Kemal’in kararlı tutumu karşısında emellerine ulaşamayan Batılı emperyalistler ve onların kuklalarının “artıkları” çeşitli bahanelerle, üstelik gerçekleri tahrif ederek Atatürk’e kinlerini kusmakta tereddüt etmediler. Dersim gerçeğinin ne olduğunu işte bu yazımızda dile getirmeye, gerçeklerin anlaşılmasını sağlamaya çalıştık. Konu hakkında ileri geri konuşmadan 1937-1938 yılların gerçeklerini öğrenip öyle konuşmaları gerekirdi.
“Dersim isyanı neden olmuştur?” sorusunu soran, cevap arayan oldu mu?
Olmadı…
Mal bulmuş muhtaç gibi “saldırıldı”…
Bu olayların hemen ardından da bir yasa teklifi geldi TBMM’ne…
Açılım şampiyonu AKP ile onun destekçisi DTP (Anayasa Mahkemesince kapatıldı) tarafından destekleniyor, konusu Tunceli isminin Dersim olma isteği… AKP ve DTP isteseydi şimdiye kadar çoktan bu isim değişikliğini yapabilirdi, yapmadı, ne zaman ki “DERSİM” yaygarası koparıldı, derhal düğmeye basıldı, bam teli gerildi… Burada bir gerçek daha ortaya çıktı ki cumhuriyet ve devlet düşmanları kinlerini kusacak fırsat arıyorlarmış, içlerinde ne kadar kin ve hınç doluymuş ki Dersim konusu dolayısıyla devlet üzerinden kustular…
Gazi Paşa’nın ölümüne çok yakın bir dönemde, İngiliz emperyalizminin desteği ile çıkan iki büyük isyan vardır; Şeyh Sait isyanı ve Dersim isyanı...
Bu iki isyan da, Gazi Paşa’nın siyasi sorumluluğu altında, tavizsiz, sorgusuz, sualsiz kesin bir biçimde bastırılmıştır. Şimdilerde ajan destekli Dersim isyanı hezimetini unutamayanlar, tarihe, Atatürk'e, devlete olan kinlerini bu bahane ile kusuyorlar…
Bu iki isyanın bastırılması sırasında çok fazla Mehmetçiğin anası da ağlamıştır, eşkıyanın da anası ağlamıştır, maalesef bir kısım sivil halkın da anası ağlamıştır. Doğru, ağlamıştır ama devleti idare eden hiç kimse, “analar ağlayacak” gerekçesiyle, Osmanlının küllerinden yaratılan bir ulus devleti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, İngiliz emperyalizminin emrine beyinlerini veren feodal kalıntıları isyancılara teslim etmemiştir…
Etmesi mi gerekirdi?.
Yanı isyanın başı Seyit Rıza’ya “aferin, iyi yapmışsın” mı denilmeliydi?
Dersim olayının bu kadar abartılıp gündemde tutulması, Türkiye üzerinde oynanan oyunun bir parçası olmasındandır. Dikkatinizi çekmek isterim; bu tartışmaların sürdüğü günlerde, Yurt dışında toplanan bir konferans var; “Dersim Konferansı”…Özellikle bu konferans bu tarihe denk getirilmiştir… Konferansın PKK’nın Roj Televizyonu tarafından canlı olarak yayınlanması, TBMM’de temsil edilen fakat şimdi mahkemece kapatılmış bir partinin milletvekillerinin de bu konferansa katılmaları sadece “tesadüf” eseri midir?
**
Her dönemde devlet ipinde oynayan cambazlar olmuştur. Bugün de vardır;yarın da olacaktır, vatandaş sesleniyor; “..cambaza bakar mısınız, nasıl ipte hoplaya zıplaya oynuyor?” Diye…
Tarihe mal olmuş acı olayları sürekli gündeme getirip, “..şimdiye kadar devlet meşru değildi, bizim iktidarımızla meşruluk kazandı..” deyip devleti dövmek!?… Devletini gayrimeşru ilan eden sorumluları Türkiye’nin dışında başka yerde hiç gördünüz mü, duydunuz mu?!
Ve bu söylemle Batılı emperyalistlerin ekmeğine yağlı bal sürmek!?
Sonra kalkıp “kardeşlikten”, “barıştan”, “milli birlikten” bahsetmek!?
Peki, kim inanır!?
Hem Atatürk devrindeki isyanlara karşı yapılan uygulamalarını siyasetin güncel tartışmaları içine getireceksiniz, hem de o günkü olayları bugünkü siyasi atmosferle değerlendirip, karalayacaksınız, aşağılayacaksınız… Doğrusu da yanlışı da 1937 ve 38 şartlarına göre tartışılması gerekir…
Oy avlama mülahazalarıyla, Cumhuriyet kazanımlarının onurlu ve kararlı savunucuları olan Alevi kardeşlerimi bölerek, kendine paye çıkarmaya çalışmak…
Alevi oylarına talip olup Cumhuriyet değerlerinden bir mevzi daha kazanma hesapları yapmak…
Dersim isyanını bahane ederek toplumsal ayrıştırmayı hızlandırmak, mezhep ve ırkçılığı öne çıkarmak…
İşte Dersim üzerinde koparılan istismar saldırısının arkasındaki hesaplar...
**
Kaynaklar
19. Yüzyılın 50-70 (1850-1870) Yılları Arasında Dersim Kürtler (Rusya Kaynakları açısından enteresan bir yazı).
Acar O. (Röportaj) Kaynak kişi (asker) Mehmet Güneş.
Akgül S. Atatürk Döneminde Bölücülük ve Bölücülüğe Karşı TBMM'ce Çözüm Önerileri. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını, Kasım 1999 Sayfa 59-69.
Akgül S. Yaba Yayınları – İstanbul- 3.baskı 2004 Sayfa: 32-36.
Aslan A. H. Göktaş, N. Mater, M. Övür, S. Özzeybek “Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra” Nokta Dergisi, yıl 5, sayı 25, 28 Haziran 1987.
Aygün H. Dersim 1938 ve Zorunlu İskân,
Aygün H: İsmet Paşa'nın Kürt Raporu.
Bayrak M. Alevilik ve Kürtler 1997 -Bin boğalarda Dersim Dini Raa Heq’e Bagli Kurmanc-Kirdas (Kürt) Aleviler hakkında 1906-1907 bir Araştırma; Wuppertal Almanya, Sayfa 378-388- Hugo Grothe.
Beşikçi İ. Tunceli Kanunu Ve Dersim Jenosidi Wesanen Rewsen 1991 Bonn/Almanya Sayfa: 141-148)
Çiçek E. “Jenositlerin/Soykırımların” Gölgesinde Türkiye’de Ulus Devlet
Çiy S. Tanzimat’tan Koçgiri Direnişine; Dersim Yazıları, Tij Yayınları, 1998 İstanbul, 117-163)
Çolak İ.:Kürt Meselesinin Açılımı, Nesil Yayınları, İstanbul 2009.
Demir R.Ermeni İsyanı ve Harput Ermenileri, Palme Yayıncılık, Ankara.2009
Dersim (Tunceli) hakkında 1985 Tunceli Valiliği ve Fırat Üniversitesi tarafından Dersim’de yapılmış bir sempozyum tebliğleri kitabından.
Dersim’i M. N. Kürdistan Tarihinde Dersim, Sayfa 304, Komkar Yayınları Almanya- ikinci baskı 1990
Dersim’i M. N. Dersim ve Kürt Milli Mücadelesine Dair Hatıratım, 1.baskı, İsveç 1987
Duzdag M. E. Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asir Turk Hayati, 1972 İstanbul, Sayfa: 109-117.
Feyizoğlu T. Kürtler ve Kürt Direnişleri
Gezik E. Dersim Alevi Kurt Mitolojisi Raa Haq’da Dinsel Figürler, Mithra-Düzgün-Munzur ve Aguçan-Kures-Bamasur, Kırkbudak sayı 6, 2006.
Gezik E. Doğu Aleviliğinde Seyitlik ve Yakın Tarihte Geçirdiği Değişimler. Kanak, Yeni Binyılda Dersim Sayfa:58-69 Almanya
Gürbüz, M.: Kürtleşen Türkler, 3.baskı,Toplumsal Çözüm Yayınları, İstanbul, 2009,.
Gürer C. A. (Atatürk'ün Yaveri): Cepheden Meclis'e Büyük Önderle 24 Yıl
Gürer T. Dersim 1938 ve Zorunlu İskân
Hakan S. Kürtler ve Direnişleri, Doz Basım yayıncılık, 2007
Hallı R: Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938)
http://www.kurdistan-post.com
http://www.peyamaazadi.com
Işık H. Soykırım Sonrası Dersim http://www.haydar-isik.com
Kalman M: Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri Sayfa:442-51
Kapmaz C. Gündem Gazetesi, 19.01.2007
Karabekir K. Kürt Raporu…
Kışlalı A.T. Bir Türkün Ölümü, s.22-24, Ümit Yayıncılık, 1997.
Kışlalı A.T. Cumhuriyet Gazetesi, Mart 1996
Kirmizitoprak S. Kürt Millet Hareketleri ve Irakta Kürdistan ihtilalı, Sayfa:80-88 Apec Yayınları 1997 İsveç)
Kocgiri Halk Kareketi 1919-1921, 4. baski 1992 Komal yayınları, İstanbul
Komitern Belgelerinde Türkiye - Kürt Sorunu, Kaynak Yay. İstanbul, 1994.
Kürkçügil M. Dersim, NTV Tarih, 11, Aralık 2009, s.55-61.
Mazıcı N: Celal Bayar Başbakanlık Donemi (1937-1939) / Der Yayınları / İstanbul Sayfa 233.
Mumcu U. Kürdistan Tarihinde Dersim.
Netherlands Kürdistan Society (SNK) Amsterdam-Dersim Köylerinin Boşaltılması Raporu (1995) 68 sayfa (A4) Dil: İngilizce
Ozkok B. Osmanlılar Devrinde Dersim İsyanları 1937 Askeri Matbaa 69 Sayfa ve Ekte 3 Kroki.
Özcan M. Öyküleriyle Dersim Ağıtları 1- Kalan Yayınlar, Ankara 2002 Sayfa: 158-162.
Özcan M. Öyküleriyle Dersim Ağıtları-1 Kalan Yayınları Ankara 2002, Sayfa:100-104
Öztürk S. İsmet Paşanın Kürt Raporu, 2008, Doğan Kitapçılık, İstanbul.
Rev. Henry Riggs: Dersim Kürtlerinin Dini (1911) Mehmet Bayrak -Alevilik ve Kürtler, Sayfa 364-371
Şimşir B. N. Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.
Tankut H. R. Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler. Kalan Yayinlari 2000 Ankara
Ulus Gazetesi 1937.
Web: http://www.demokratikkitleorgutleribirligi.com/
Yıldırım H. Ema Lenge (Roman) ISBN: 91-973126-3-0 / Mittani Yayınları, 1999 İsveç.
Yıldırım Z. Dersim’iz: Dersim. Keban Gazetesi,1 Aralık 2009.
01.01.2010
(SON)